İslamın Yumuşak Yüzü
Allah resulü (sav) veda hutbesi olarak bilinen ve Rabbi’ne kavuşmadan önce yaptığı son konuşmasında, hazır bulunan yaklaşık yüz bin kişinin şahitliğinde evrensel iki emanet bırakmıştı. Biri Allah’ın kitabı Kuran, diğeri ise kendisinin sahih sünnetiydi.
Yaşantısının her anı Hz. Aişe’nin tanımıyla, adeta ete kemiğe bürünmüş bir Kuran olan O yüce insan, muhatap olduğu ilahi öğretileri insanlara anlatırken, “Bu dini benden gördüğünüz gibi yaşayın” tavsiyesinde bulunuyordu. O’nun yaşantısının merkezinde ise, insanlarla karşı yumuşak huylu olmak vardı. Örneğin, on yıl yanında kalan Enes b.Malik adındaki sahabe, bu süre zarfında yaptığım hatalardan dolayı, bana bir defa olsun kızmadı ve öfkelenmedi derken, bir insanın merhamet, hoşgörü ve yumuşak yüzünü en güzel şekilde ifade etmekteydi.
Hayatının tamamında ne kendisine inanmayanlara, ne de her türlü düşmanlığı O’na reva görenlere karşı sert, kaba ya da kırıcı bir davranışı olmamıştı. O ki, Taif denen yere yaptığı tebliğ ziyaretinde kendisine yapılan kötü muamele öylesine orantısız uygulanmıştı ki, Rabbi O’na meleğini göndererek, istemesi halinde o kasabının yanındaki dağı üzerlerine yıkarak tamamını yok edebileceğini söylemesine rağmen bunu istememişti.
Öylesine şefkatliydi ki, O’ndan bir şey istemek için kıyafetinin yakasını çekiştirerek canını acıtanlara da kızmadığı gibi, “Bende hakkı olan varsa gelsin alsın, eğer bilmeden birinize vurmuşsam, işte sırtım gelsin vursun” diyerek, aynı zamanda bizlere de örnek bir insan modelinin kotlarını veriyordu. Mademki bizler böyle bir öndere ve benzersiz lidere sahipsek;
Sanırım bu gün şu soruların cevabını öncelikle bulmamız gerekiyor. Günümüzde milyonlarca insan Kuran’ı okurken ve peygamberin yaşadığı hayat sürekli model olarak anlatılırken, insanlar kürsülerden nasihat bombardımanına tutulurken, birçok İslami hizmetler” Gelin dininizi en iyi bizden öğrenin” diye çok iddialı laflar ederken, neden peygamberin yaşadığı İslam’ın o yumuşak yüzü dilimize, evimize, eğitimimize ve gönlümüze bir türlü yerleşemiyor?
Sanırım bunun temelinde Kuran ve Sünneti en iyi anladığına inanılan kişi merkezli bir din algısının etkisi olsa gerekir. Çünkü bu insanların ortaya koyduğu sert ve otoriter karakter yapısı, insanlardaki din algısını da şekillendiriyor. Bu tarz bir din öğretisinde İslam’ın yumuşak yüzünden ziyade kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kavgalı olmayı adeta cihat olarak görme algısı ön plana çıkıyor. İnsanlara bu din algısını bir metot olarak benimsettiklerinde ise, özel bir isim altında, farklı bir İslami kimlik oluşturma süreci de başlamış oluyor.
Sonra ne mi oluyor? Anne babasıyla çatışan, akrabalarıyla ilişkilerini kesen, sosyal çevresinde çok keskin çizgilerle yaşamaya başlayan, zamanın cihat zamanı olduğunu söyleyerek, adeta kelle kesen insanların arasına katılmak için fırsat arayan, insan örnekleri ortaya çıkıyor. Bu aşamadan sonra kendinden istenenleri yapmaya, gördüğü hatalarda anlamadığı hikmetler aramaya ve liderlerinin rızasının Allah’ın rızası olduğuna tüm kalbiyle inanmaya başlıyor. Bunun sonucunda ise, İslam’ın bütün estetiğini, nezaketini ve zarafetini kaybetmiş bu insanlar, ne yazık ki aynı zamanda kendilerinin en iyi Müslüman olduklarına inanıyorlar.