Darbelerle Bu Sevda Bitirilemez
Seksen darbesi yapıldığında on altı yaşında, lise ikinci sınıfa giden bir öğrenciydim. Bir Cuma sabahı ne olduğunu bilmediğimiz, askeri darbe dedikleri bizim için sokağa çıkmanın, haliyle de okula gitmenin mümkün olmadığı, ülkemiz açısından ise pek çok yasakların başlangıcıydı bu olağanüstü durumun adı. Üzerinden otuz altı yıl geçse de o darbenin ne anlama geldiğini ve nasıl bir süreçten sonra gerçekleştirildiğini okuyan değil, bizzat o günleri yaşayan bir kuşak olarak gencecik beyinlerimizde bıraktığı etkileri hala taşıyoruz ve taşımaya da devam edeceğiz.
Bu darbeyi getiren sürecin öncesiyle ilgili özet bir not düşmek gerekirse, ilkokula başladığımız yetmişli yıllar ekonomik yoksulluğun yanında, toplumsal yolsuzluğun ve siyasi istikrarsızlığın ülkeyi bir kâbus gibi sardığı günlerdi. Pek çok temel gıda maddelerini uzun kuyruklarda bekleyerek aldığımızı hatırlıyorum. Ortaokul eğitimine başladığım yıllarda ise, derneklere götürülüyor ve ne anlama geldiğini tam bilmediğimiz söylemlerle ellerimiz havada bağrışıyor, verilen coşkuyla da mahallemize ve okullarımıza sahip çıkmaya çalıştırılıyorduk. “Nöbetteyiz “ kavramı o yıllarda hayatımızda bizzat vardı, çünkü mahallemizin girişinde karşıt siyasi görüşte olanlar gelmesin diye nöbet tutan büyüklerimizin yanında bizlerde vardık. Dersler boykot edilecek deniyordu, hiç sorgulamadan okulu terk ediyorduk.
Herkes bir yerleri sahiplenmişken, birileri bir gece yarısı “Durun bakalım, buraya kadar artık işiniz bitti, ülkeyi bundan sonra biz sahipleniyoruz” diyerek bir karabasan gibi çöktüler üzerimize. Darbecilerden bizlere necisin, neden şunu yaptın diyen olmadı. Bir müddet sonra haydi, sokağa çıkın dediler çıktık, okulunuza gidin dediler gittik. Ülkede neler olup bitiyor farkında da değildik. Ta ki darbecilerin emrivaki uygulamalarını yaşamaya başlayana kadar.
O uygulamalardan karşılaştığımız ilki hala unutamadığımız örneklerden biriydi. Bir Cuma günü bayrak töreni esnasında okuduğumuz İmam hatip lisesinde, kız öğrencilerin başörtülerinin zorla açtırılması ve onların gözyaşları bizim için bir milat olmuştu. Artık darbeyle ve darbecilerle yüzleşmeye başlamıştık. Bu karşılaştığımız ilk ve son örnek olmadı. İlahiyat Fakültesine başladığım seksenli yıllarda hep bu zulmü yaşayarak okulumuzu bitirdik. Gençlerimizin dinini öğrenmek ve öğretmek için geldiği bir fakültede, koridorlarda ve sınıflarda başörtülü öğrenci arayan hocaları da tanımış olduk. Sürekli bileniyor ve ülkemizin içinde bulunduğu şartların kimlerden kaynaklandığını görerek, ülkemize olan sevdamız daha da artıyordu.
Doksanlı yıllar ve Güneydoğu’dayız. Türkiye de hortlatılan terör gerçeğinin tam ortasındayız. Bir yanda Hizbullah, bir yanda PKK belası vardı. Yeni bir oyun ve yeni bir hesaplaşma. Her gün evden endişeyle ayrılıyoruz. Akşam eşimle evde buluşunca seviniyoruz ama ya ertesi gün. Böyle kaygıları içinde geçen üç yıl. Gidelim bu illerden deyip, Adana’ya tayin istiyoruz. Peki, neyden kaçıyoruz ki. Öylesine etkileyici ve öylesine stratejik bir ülkede yaşıyoruz ki, rahat yüzü görmemiz ve huzur içinde yaşamamız ne mümkün. Oyunun biri bitiyor, diğeri başlıyor. Darbecilerin ülkemize bıraktıkları enkazı temizlemeye çalışırken yeni oyunlar, yeni kargaşalar ve zulümler hep peşi peşine geliyordu.
Silahlı kuvvetlerin darbesinin yaraları sarılmadan yeni bir post modern darbenin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı ve adı da 28 Şubat’tı.Özel kurguyla mağdur edilmiş kadın rolünü çok iyi oynayan Fadime Şahin, Aczimendi Şeyhi Müslüm Gündüz ve cinci hoca Ali Kalkancı üçlüsünün yanında eli sopalı, sakallı ve kara cübbeli figüranlar kullanılarak yeni bir algı operasyonuyla ülkemizin tamamını kapsayacak bir zulüm planını tekrar devreye sokuyorlardı.
Batı çalışma grubu denen bir algı herkese âdete zorla ezberlettiriliyor her işin başında, içinde ve sonucunda onların olduğu korkusuyla pek çok insan ve kurum psikolojik baskı altına alınıyordu. Özellikle dini kimliği öne çıkan kişi ve kurumlara her türlü baskı farklı şekilde uygulanıyordu. Hiç bitmeyen başörtü zulmü bu dönemin merkezine konuyor, üniversiteden öğrenciler, kurumlardan çalışanlar kovuluyor, bazıları da ya başını açarak ya da perukla bu süreci atlatmaya çalışıyordu. Eşim bu ikisine de itibar etmeyerek çok sevdiği öğretmenlikten istifa etmek zorunda bırakılıyordu.
Çalıştığım okulda müdür yardımcılığı teklifi getiren okul müdürünün yazısını milli eğitim müdürlüğündeki şahıs ilahiyat mezunu olduğumu duyunca, “Bu kesin Hizbullahçıdır “ diyerek onaylamıyordu. Okul müdürünün kefil olması ve ısrarıyla onaylanan yeni görevimde, bir ilçede ilahiyat mezunu tek müdür yardımcısı olarak yaklaşık on yıl çalışmıştım. 28 Şubatçıların zihniyetine göre her birimiz tehlikeli birer insandık. Hatta her darbe döneminde şapkasını alıp giden ve yine onların izniyle, eşine tabir yerindeyse “ Hadi gel köşkümüze geri gidelim “ diyen meşhur şahıs, hızını alamayarak, “ Başörtü takmak isteyenler, Suudi Arabistan’a gitsin” diyerek bizlere yeni adres gösteriyordu.
O yıllarda bir konu sürekli zihnimi meşgul etmişti. Ülkemizde İslami kimliği temsil eden kişi ve kurumlara her türlü baskı yapılırken, 15 Temmuz darbe girişimini yapan örgütün mensupları o günlerde normalin dışında rahat görünüyorlardı. Bende oluşan kanaat ise, bunların bir yerlerden korunduğu yönündeydi. Çünkü halkı Müslüman olan bir ülkede insanları İslam’dan koparmak mümkün olmadığına göre, o zaman rol model birine ve onun da din adına öngördüğü söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardı. İşte Fetullah Gülen ve cemaatinden daha uygunu da bulunamaz diye çok düşünmüştüm.
Bu melun darbe girişiminden sonra anladık ki, 28 Şubat döneminde İslami kesime yapılan baskının merkezinde bizzat bunlar varmış. Ülkemiz üzerine yapılan planlardan biri de bunların cemaat adına yapacaklarının zeminini kolaylaştırmakmış. Bunun için de dine yapılan baskıları bahane ederek kurguladıkları söylem ve eylemlerle halkın sempatisini kazanarak, ülkenin her yerine nüfus edebilmekmiş.
Bu üç dönemi yaşayan biri olarak şuna seviniyorum ki, benim evlatlarımda olmak üzere en son yapılan seçimde bir milyonun üzerinde gencimiz ilk defa oy kullandı. Bunların hiç biri darbenin ne olduğu konusunda bilgisi yoktu. Bunların yaptığı bu ihanetle bu gençlerimizin tamamı darbe gerçeğiyle böylece yüzleşmiş oldular.
15 Temmuz darbe teşebbüsü bizim tarihimizde hiç olmayan bir ihanet örneği olsa da, ortaya konan dik duruş bizim uzun yıllardır beklediğimiz ve özlediğimiz ülke sevdasının en güzel tezahürü oldu. Bir başka yönüyle de her türlü farkındalığa rağmen birlikte hareket etmeyi, tek yürek olmayı ve söz konusu vatansa tereddütsüz ölmeyi, içimizdeki hainlere ve dışarıdaki ülke düşmanlarına gösterme açısından çok hayırlı oldu diye düşünüyorum.
Sonuç olarak, 15 Temmuz’un ilk gecesinden itibaren meydanlarda ve 7 Ağustos Yenikapı Türkiye buluşmasında bulunan ve o atmosferi yaşayan biri olarak, bir kez daha anladım ki, hiçbir darbe birbirimize ve ülkemize duyulan sevdayı asla bitiremeyecektir. Rabbimiz bize yardım etti de bir büyük belayı şimdilik atlattık. Buradan bir kez daha şehitlerimize rahmet diliyorum. Rabbim onlardan, gazilerimizden ve bu süreçte dik duran herkes den razı olsun.