Severek kaderdaş olmak...!
İnsanın sevdiği şeylerin bâhâsından, değerinden, kıymetinden hissedar olduğunu okumak içimi ferahlatmıştı. Severek sevilendekine sevgiyle vasıl olmak! Severek ötekini, beriki yani yakın, yani yakin kılmak! Hatta şöyle diyordu; ”insan sevdiğinin kaderinden de hisse sahibi olur.” Bizim irfanî geleneğimiz, söze ve sevgiye dayanır diye düşünmüşümdür daima. “Söz can kokusudur” der Mevlana hazretleri. Doğru ya solunum sistemimize giren oksijenin akciğerimizle kanımıza, damarlarımızla bütün hücrelerimize deveran edip onların enerjisi(yakıtı) olan oksijeni taşıyıp, akabinde karbondioksit (çöp) halini alınca da, ses tellerimize çarparak sese dönüşmesini, nede güzel izah etmiş, söz sultanı. Bedenin canıdır oksijen. Hücrelerin yakıtı. İçindeki enerjiyi bırakınca karbondioksite dönüşür ve akciğerden atılırken ses tellerinin arasından geçirilir. İşte bundan dolayı “candır, can kokusudur, söz.”
Büyükler o yüzden lüzumsuz, gereksiz ve boş konuşmaya “nefesini (canını) tüketme” demeleri boşuna değildir. Ve biz insan ömrünün (yaşamının, hayatının değil) nefesleri sayısı kadar olduğuna inanırız bin dört yüzyıldır.
Toparlayacağım merak etmeyin. Ramazan iklimindeyiz ne ki onu da çok severek, özümüzü ve sözümüzü ona rabt ederek, pervane kılarak, kaderinden (hayatından, varlığından, içende taşığı değerden, nimetlerden) hissedar olabilir miyiz acaba? Ramazan kelimesinin etimolojisinde; yazın sıcağından ve tozundan sonra güzün yağan iri taneli temizleyici arındırıcı yağmur manası da var. Bizim özümüzün, gönlümüzün ve hatta yüzümüzün yaşanmışlıktan, hatalardan, kusurlardan oluşan kiri, pası ve tozunu yuyacak (yıkayacak) iri tanelerinden nasibimiz olsun diye sevelim ramazanı.
Aşık gibi…
Bekleyen gibi, ana gibi, yâr gibi…
***
Allah ki; Sameddir. Yani varlığını ve varlığının devamını hiçbir şeye borçlu değildir. Oruç ile biz insanlar yemeyerek, içmeyerek, cinsellikten uzak durarak Onun samediyetinden de hisse sahibi (benzeme, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma) olmaktayız. Abdüssamed olmanın eğitimini almaktayız belki de kim bilir? Cesetten ruha, maddeden manaya, lafızdan anlama hicret etmekteyiz. Ramazan dikey olarak (derinliğine, keyfiyetle, içsel) yaşanabilirse “sevilmiş” olabilir. Yoksa sadece yatay tezahür ve yansımaları onu sadece bizler nezdinde “bilinmiş” kılar sevilmiş değil. Ramazan insanın ruhuna (vahye; ki Kur’an bu ayda nazil olmaya başlamıştır) yönelmesidir, yönlenmesidir. Kur’an’ın doğun gününü (daha doğrusu günlerini) kutlamak kastıyla dünyalıklardan el çekmek, kutlama pastasına odaklanmak maksadını da içeriyor gibi…
Ne dersiniz?
Pastayı önceden alıyoruz. (Ramazan hazırlıkları gıda, iftariyelikler, şerbetler, tatlılar)
Hani ışıkları kapatıyoruz. (Bedensel arzu ve istekleri kesiyoruz)
Bir odaya toplanıyoruz. (İftar, sahur, teravih, mukabele)
İyi ki doğdun diyoruz. (Ramazan mübarek! Ya da Allahümme salli ala seyyidina muhammedin innebiyyün ümmiyyün ve ala alihi ve sahbihi ve sellim)
Hediyelerimizi veriyoruz. (Fitre, fidye, zekât)
İşte tam da bunun gibi bir kutlama, sevinç, şükran ve teşekkür ayıdır ramazan.
Kur’an elbette Resule indi ama bizim için. O kutlu resul onda olanı hayatına (yaşamına değil) aktardı.
Her yıl gelen, başka zamanları ve anları da yanına alarak gelen ramazanı (barındıranı, çoğaltanı) severek, özleyerek ağırlarsak; onun varlığından hissedar olabiliriz.
Ama önce hubbdâr olmak şartıyla…