Koronanın Vicdanından Benlik Dönüştürmek
‘’Yetişecek, zaman ayırılmayı bekleyen ne çok şey var şu koronavirüs gün(delik)lerinde’’ diye başladım bu yazının ilk taslağında, ama sonra fazla şikayet eden olarak ‘’görünme’’nin yükünü taşımak istemediğime karar verdim. Salgında evde kalabilen, işini evden sürdürebilen ve şanslı olduklarına dair bir öngörü geliştirilen kitlenin içinden bildiriyorum: gerçek karantina bu (yani dışarıdan görünen) değil.
Bir kere, bu günlerde dahi ilan edilmemekte ısrar edilen genel sokağa çıkma yasağından ötürü enfeksiyon, işten çıkarılma, ücretsiz izne gönderilme korkularının gölgesinde işyerine çağrılmaya devam edenler var. Aktif çalışan, koronavirüs ile enfekte olmuş insanlarla ilgilenen sağlıkçılar var. Marketteki kasiyerler var, tedirginlikleri hareketlerine yansıyıp da yüzlerine yansımayan. Çoktan işten çıkarılmış, kayıt dışı çalışarak hayatta kalmaya gayret edenler var. Covid-19 ile enfekte olanlar var, bazısı ev karantinasında, bazısı hastanede normal hasta yatağında, daha ciddisi de yoğun bakımda. Bir de hastaların yakınları var. Hasta hastanedeyse ziyaret bile tehlikeli onlar için. Evdeyse, en yakınınla fiziksel teması kısıtlamak durumunda olmanın zorluğuyla yüzleşiyorlar.
Bu şartlarda, evde kalabilen, geleceğinden –en azından şimdilik- büyük bir kaygı duymayan, maske ve eldiven ile temel korunma önlemini alıp virüs bulaşma riskini, virüs gelip yapışacaksa da miktarını en aza indirmeye çalışmak dışında kendisinden fazla bir şey beklenmiyor görünen insanlardan biri olmak deneyimini izliyorum kendimde.
Bağışıklık sistemine destek olduğu bilmem kaç yayınla gösterilmiş gıda takviyelerini bana bir grup dosyayla gönderen ve bu işin ticaretini yapmak, beni de buna dahil etmek konusunda pek hevesli olan, zaten evde olduğum için mesajına da vakit ayırabileceğimi düşünen genç arkadaşa yazdığım ‘’birazdan arayayım seni’’ mesajının üstünden 3 gün geçmiş. Albert Camus’nün ‘’Vebayla Boğuşan Hekimler’’ yazısını bana gönderen ve kendisi de halen koronavirüs polikliniğinde hasta gören, yazı hakkındaki yorumumu merak eden bir hekim arkadaşımın mesajının üstünden 5 gün geçmiş. İzlediği bir dizinin türünün dram mı trajedi mi olduğu konusunda benden fikir bekleyen ve fikrimi önemsediği ortada olan bir başka arkadaşımın mesajı da 5 gündür sırada. Bir televizyon kanalındaki açık oturumda gelen gaz çıkarma sesinin linkini gönderen arkadaş ‘’izledin mi bunu, ben az önce gördüm’’ demiş sonuna kahkaha çıkartması ekleyerek; onun üstünden de bir hafta geçmiş. Değerli arkadaşım, yaşamımdaki en anlamlı iletişimlerden birinin karşı taraftaki öznesi olan Nalan Kuzu’nun siteye yazı göndermemi bekleyen mesajı da dahil, sadece telefondan gelen ve yanıt verilmek üzere sırada bekleyen 7 tane mesaj saydım ilk bakışta.
70 yaşındaki babam ve 65 yaşındaki annem de yaş haddinden evdeler malum olduğu üzere. Elbette sıkboğaz etmezler ama aradığımda seslerinden anlıyorum mutluluklarını. Onları neşelendirmeye ve evden çıkmamalarını onları kırmadan hatırlatmanın bir yolunu bulmaya çalışıyorum her konuşmamızda. Kardeşlerim, dostlarım var halini biraz da tedirginlikle merak ettiğim. Yazılmayı bekleyen yazılar da var, okunmayı bekleyenler de. Ücretsiz erişime açılan müzeler, tiyatro oyunları, operalar, danslar birbiri adına önerilmişti, büyük kısmı bekliyor sırasını.
Herhangi bir anda ben dursam da onlar birikiyor ve her birikenin ardından o tuhaf rahatsızlık beliriyor, birazdan ismi oluşacak gözümün önünde, ümitliyim. Çünkü bir yandan da, bu kadar farklı şeye ayırabilecek kadar zaman bulma olasılığımın en fazla olduğu günlerdeyim. Olasılıklar ile gerçekten olanlar arasındaki farkı belirleyen ‘’eyleme geçmeye’’ ise mesafeliyim bir süredir. Şimdi anlıyorum nedenini sanırım: aynı anda iki işi birden yapmam mümkün olmadığına göre (bunu nöropsikoloji açık açık söylemiş ta 1870 lerde Wilhelm Wundt’un ilk çalışmalarından beri), bunları belirli bir sıraya koymam gerekiyor. O sıralamayı ben mi seçeceğim, yoksa gelen her talebe yetişmek üzere koşturacak mıyım? Meselenin zor yanı bu ikilemde görünüyor.
Bana gelen mesajların, bekleyen okunacak- yazılacak- izlenecek listesinin, sorulan soruların, sesimi duyunca mutlu olacağını varsaydığım yakınlarımın hepsine ‘’yetişmeyi’’, aslında korona izolasyonundan önce çok aşina olduğum ‘’kaygı toplumu günlüğü’’ne benzetiyorum. Her an bir koşturma istiyordu o hayat, elbette sadece benden değil, tüm çalışanlardan talep ediyordu bunu. Koştururken kendi sesimi duymaya çok az yerim kalıyordu. Kaygı toplumu günlüğünden korona günlüğüne geçişin bende oluşturduğu en büyük heyecan, evde ‘’kendim gibi’’ üretebilme ve çalışabilme olasılığıydı. Bu olasılığı ne kadar gerçeğe dönüştürebildim diye sorayım, o da sonraki yazının konusu olsun.
Ancak bu kez benden ‘’talep ed(il)enler’’, her zamankinden çok ‘’haklı’’. Evde canı sıkılan ve tansiyonları- kan şekerleri bu dönemde bozulursa sağlık hizmeti alma olanakları haliyle kısıtlanmış olan annem-babam, kendisi hasta görüp yorulurken arkadaşlarının desteği ile rahatlamayı bekleyen sağlıkçı dostlarım, bu zor zamanlarda, kısıtlı koşullarda ürettikleri içerikleri, üstelik de ücretsiz şekilde internete ve sosyal medyaya koyan insanlar- kurumlar- inisiyatifler… Hepsi de ‘’iyi niyetli ve taleplerinde haklı’’. Yani, onları reddetmenin her zamankinden farklı potansiyel bir yükü de var: vicdan azabı ve kendinden utanma. İşte daha önce, beni işgal ettiği sınırlara ulaşınca, kendi içimden de olsa tepki gösterebildiğim şeylere şimdi o kadar kızmaya, hatta mesafe koymaya bile hakkım kalmamış gibi.
Elbette hayat farklı yüzleriyle bize her seferinde sorular sorar ve fırsatlar sunar. Bu riskli ve tekinsiz zamanlarda, görece daha konforlu bir yaşamın içinde olma deneyimi içinde olanların bunu neye çevireceklerine karar vermeleri, onları bekleyen en önemli atılım maddesi şu anda. Aslında, -zaman, emek, dikkat- vermek ve yardım etmek, hem vereni ve yardım edeni, hem de alanı ve yardım edileni iyileştiriyor. Belki bu dönemde evden çalışmak ve üretmek, iyileşmeye ve kendimizi daha çok sevip kabul etmeye yardımcı olabilir.