AVRUPA BİRLİĞİNE GİRME MACERAMIZ
Avrupalı Olmak mı, Kendimiz Kalmak mı?
Türkiye'nin Avrupa Birliği serüveni, aslında bir kimlik arayışının, bir yön bulma mücadelesinin hikâyesidir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra, Türkiye 31 Temmuz 1959'da Topluluğa ortaklık başvurusunda bulundu. O gün bugündür, 'Avrupalı olma' hedefi, siyasetten ekonomiye, eğitimden kültüre kadar neredeyse her alanda ülkenin yönünü belirleyen bir rehber oldu.
Aradan geçen 66 yılda Türkiye'ye birçok 'ev ödevi' verildi. Bunların bir kısmı yerine getirildi, bir kısmı ise toplumun dokusuna uymadığı için ya eksik kaldı ya da yüzeysel bir biçimde uygulandı.
Ancak sonuç değişmedi: Avrupa Birliği kapıları hep aralık kaldı, hiçbir zaman tam anlamıyla açılmadı.
Kültürel Uyum mu, Kimlik Kaybı mı?
Batılılaşma arzusu, zamanla yalnızca ekonomik veya siyasal bir hedef olmaktan çıkıp kültürel bir dönüşüm talebine dönüştü.
Batılı sömürgecilerin yönlendirmeleriyle, eğitim müfredatından 'namus' kavramı çıkarıldı; ardından 'ırz, ar, iffet, hayâ, edep, bekâret, mahremiyet, delikanlılık, şeref' gibi ahlaki değerleri taşıyan kelimeler birer birer silindi.
Toplumsal yapımızın harcını oluşturan bu kavramların yokluğu, başta aile kurumu olmak üzere, birçok alanda kimlik dejenerasyonuna yol açtı.
Bir zamanlar utanılacak olan şeyler artık normalleşti; zina yasalarla masumlaştırıldı, dizilerde ve filmlerde sıradan bir yaşam biçimi gibi sunuldu.
Evlenmeden birlikte yaşamak 'özgürlük' adı altında teşvik edildi; otellerde evlilik cüzdanı şartı kaldırıldı.
Batı'ya öykünmenin bedeli ağır oldu: Biz 'özgürleştiğimizi' sanarken, aslında değerlerimizi yitirdik.
Asıl uyum sorunu değerlerde değil, yönetimlerdeydi oysa...
Elbette Avrupa Birliği?nin dayattığı her şey kötü değildi.
Birliğin öngördüğü bazı temel reformlar 'hukukun üstünlüğü, liyakat, gelir adaleti, şeffaf yönetim, üretim ve teknoloji odaklı kalkınma' ülkemiz için son derece faydalı olabilirdi.
Ne var ki, bu esaslı konulara hiçbir zaman yeterince sıra gelmedi.
Biz, hukuk sistemini bağımsızlaştırmak yerine yönetmelikleri yamadık;
eğitimi bilimsel ve üretken hale getirmek yerine müfredatla oynadık;
tarım, hayvancılık, Ar-Ge ve inovasyon yatırımları yapmak yerine betonarme binalar inşa ettik.
Sonuçta ortaya, ne tam anlamıyla Avrupa değerlerine uyum sağlayabilen ne de kendi öz kimliğini koruyabilen melez bir yapı çıktı.
Kendi modelimizi araştırıp, halkımızın mutluluğu ve refahı icin, ülkemizin kalkınması ve bağımsızlığı için yepyeni bir yolu bulabilirdik.
Oysa biz Avrupa Birliği yoluna hiç girmeyip kendi modelimizi geliştirebilirdik.
Diniyle, kültürüyle, gelenekleriyle barışık, üretim ve eğitim temelli, adaletin güçlü olduğu, kendi markalarını yaratabilen, halkı refah içinde bir Türkiye...
Böyle bir ülke, yalnızca kendi yurttaşları için değil, 2 milyarlık İslam dünyası için de bir umut ve örnek olabilirdi.
Kendine özgü değerleriyle kalkınan, ahlakı ve adaleti birlikte büyüten bir Türkiye, Batı'nın değil, insanlığın vicdanında yer bulurdu.
Avrupa Birliği?ne girme maceramız, bir anlamda kendi benliğimizle sınanma sürecidir.
Bugün geldiğimiz noktada belki de şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir:
Avrupalı olmayı başaramadık, peki kendimiz olmayı becerebildik mi?