Fonda caz çalıyor meselesi "tutsaklık hikayesi'
Bugün erken başladı. Saatle ilgili bir erkenlik değil bu. Sanki her gün olması gerektiğinden daha erken başlıyor. Başlama meselesine ayak uyduramıyorum bazen. Zaman benden hızlı gibi ama dünya benden yavaş kalıyor. Beynime hükmetme saatleri ya da dakikaları sırasında etraftan gelen çocuk seslerine takılıyorum zaman zaman. Bugün sokağa çıkma yasağı var ama kendimden de çıkamıyorum. Geçen haftayı düşünüyorum uyandığımdan bu yana. Çok erken başladım buna da. Son 7 günde ne yazdıysam her şey 'an' mevzusuna bağlanmış. Bir de caz var tabii. Artık hayatımın vazgeçilmezi. Şu an mutlaka bir yerlerde caz çalıyordur. İnançlı olsam yemin edebilirdim.
Andan bahsetmek güzeldi ama an itibariyle abarttığımı düşünüyorum. Anlar hep bir anlamsızlaşmayla buluşuyorlar bir yerlerde. İkiz kardeş gibiler. Ondan sebep anlamsızlaşmayı bir takım anlamsız cümlelerle ifade etmeye çalışayım. Biraz yürüsek fena olmaz ama. Göl kenarına mı inelim? Yok yok geçen hafta denedik bunu. Çok kalabalık oluyor Pazar günleri. Patikalar aşıp Adana'nın göl kenarına inmiştik biraz sessizliğe kavuşurum ümidiyle ama ne mümkün. Komik sahnelere şahit oldum orda. Bir araç konvoyunun başında station wagon renault 12 vardı mesela. Komedi kısmı elbette aracın markasıyla ilgili değil. Bundan ileride bahsedeceğim ama bu arabanın çağrışımları da garipti benim için. Station wagon renault 12'nin bir boy küçüklerini 80?li yıllarda işkence odaları için ?metro? olarak kullanıyorlardı. Gayri resmi infaz yollarında birer foton demeti gibilerdi. Muhtemelen o arabaların hiç birinde caz çalınmadı. Sokaklardan yaka paça toplanan bir takım devrimcilerin iniltileriyle kaplandı döşemeler falan. Yani bu bir caz meselesi olmadı hiç bir zaman bu tamamen bir Çin işkencesi. Düşününce sinirleniyorum. Yaşamadım, hep duydum. Hayal meyal haberlerden hatırlıyorum. Haberler de çok kısıtlıydı o zamanlar. Her haberden haberdar olamıyordunuz. Artık her boktan haberdarız. Artık hepsi normal ama. Göl kenarı serinliği ümidi kursağımda kaldı işte. O dönemler işkenceciler için bir arabayken şimdilerde şehrin varoşları için bir araç oldu bu şekilsiz arabalar. Onlar da işkence eder gibi davranıyorlar insanlara zaten.
Station wagon renault arkasına koskoca bir hoparlör yerleştirmiş abimiz. Ankaralı Namık'tan da 'oğlumun dabancası' adlı çalışmayı açıp son ses beynimize sıkarak tur atıyordu. Bakakaldım sadece. Dibimden geçtiler. Şoföre baktım, yaptığı işi çok büyük bir ciddiyetle yapıyordu. Taktir ettim doğrusu. Ben bir çok şeyi o kadar ciddiye almıyorum. O yüzden şimdi göl kenarına inmeyelim. Bu pazar caddede yürüyelim. Hava tam da bot ve mevsimlik mont giyme havası. Geçen sene bunla ilgili bir yazı yazmıştım. Bot özgüveninden bahsetmiştim. Neyse taktım kulaklıklarımı hafif güneşe nazır güneş gözlüklerim gözümde. 5 cm kadar yüksekliği olan bot özgüveniyle yürüyorum. Belki bir iki yaşlı amcaya selam veririz, bir miktar iç dökümü, ip sökümü gibi şeyler gerçekleşir. Ne bileyim. Bir yolda her şey gelebilir başınıza. Bir binanın çatı katından taş düşebilir. Adana'daysanız
mangal düşebilir hatta ve hatta bir inek bile düşebilir. Bana düşmediği müddetçe de beni ırgalamaz. Bana dokunmayan yılan garanticiliği işte. Çatlak kaldırımlar ayaklarımın altında. Kaldırımlar bazen hüzünlü gelir bana. Bazen diyorum çünkü ben ara ara üzülebiliyorum. Çoğu zaman da kaldırımlardaki çatlaklar kadar aram açık kendimle. Ondandır belki bu kadar üzülemeyişim ya da çok üzüldüğüm için ne yaşadığımı adlandıramayışım. Bir kova suya bir miktar siyah boya ekleseniz o suyun kirlendiğini çok çabuk anlayabilirsiniz ama içi tamamen siyaha bulanmış bir miktar suya ne kadar siyah boya koyarsanız koyun daha koyu hale getiremezsiniz. Katılan hiç bir boya ilk boya kadar kendini belli etmez. İşte belki böyle bir hüzün bombardımanı altındayım. O kadar üzgünüm ki ne kadar üzgün ya da üzgün olup olmadığımı anlayamıyorum. Belki de hiç üzgün falan değilim. Tamamen böyle bir sebebe sığınıyorum yolda yürürken. Az önce bir lokmacının önünden geçtim. Bir takım umutların bağlandığı, batmaya muhtaç yerler. Bu da hüzne dahil sanırım. Neyse bir köprüye vardım bile. Muhtemelen bilinen bir şahsın adı verilmiştir buraya. Üzerinden geçiyorum ama sakın ben ölünce ismimi bir köprüye verip milleti üstümden geçirmeyin ya da bir tünel. Aman daha beter. Her şey olmak isteyebilirim ama tünel asla. Adımı bir tünele vermeyin ki millet içimden geçmesin. Yeterince geçildi zaten. Kulağımda kulaklık ve aklımdaki akış hali beni her yere ulaştırabilir. Yürümek için yola ihtiyacım yok zira. Ben yürürsem dünya döner. Kendimi o kadar önemli görmüyorum. Bahsettiğim olay bir nevi çocukluk aklı gibi bir şey. Ben çocukken yürüyünce dünyanın altımda hareket ettiğini sanırdım. Çok saçma ama çocuğum işte. Çocuk olmak da bir saçmalık değil mi? Neyse hava bozdu. Ben eve döneyim. Zaten yasak. Zaten tutsak her şey zihnime.
Dedim ya bu bir caz meselesi değil bu bir tutsaklık hikayesi.