Deri Yelek Yahut Bandıra Bandıra Ye Beni
Politik konulardaki kararsızlığım, siyasi omurgasızlığım ve istikrarsızlığım üzerine yazmıştım daha önce. Hâlâ politik olarak kandırılmaya çok müsaitim. Kim ne derse' Evet lan, doğru aslında ha!' diyebiliyorum bazen. Aynı konuyla ilgili olarak diğer siyasi kanadı dinleyince de 'Aslında bu da doğru gibi ya!' şeklinde bir kanaate varabiliyorum. Ya siyaset denen şey çok çelişkili ya da bende çelişkiler ayyuka çıkmış. Ne demiş önemli düşünür Orhan Gencebay:
'Bence sen de haklısın.' Sanırım herkes kendi meşrebince haklı.
Yine arayışlarımın en temeline iniyorum ve gidiyorum 1990'ların başına. Kaset doldurtup walkmanle dinlediğim zamanlar bunlar. Elbette internet falan yok. En azından benim dünyamda... O sıralar babam yurt dışında çalışıyordu. Dönüşünde de kocaman bir kaset çalar getirmişti. Üzerinde mikrofon girişi de vardı. İnanılmaz derecede etkilenmiştim cihazdan. Çift kaset çalabiliyor, bitince diğer yüze otomatik geçiyor ve hatta kayıt da alabiliyordu. Abim, ablam ve benim için çok güzel bir boş vakit geçirme aracı haline gelmişti bu özelliğiyle. O dönemlerde lisede okuyan abimin kasetlerini dinlemek zorunda kalıyorduk genelde. Bir de ara sıra arkadaşlarıyla eve gelip sesine hâlâ anlam veremediğim Ferdi Tayfur dinlerlerdi. Reklamlarda da 'Ferdi kaza sigortası' diye bir şey çıkardı ve ben Ferdi Tayfur'la ilişkilendirmeye çalışırdım bunu; ama ikisi ayrı şeylermiş sonradan öğrendim. Müziğin de başka bir şey olduğunu sonradan öğrendim tabii. 'Bandıra bandıra Ye Beni' şarkısı yeni çıkmıştı. Zaten bizde yemeğe ekmek banıp tabağı sünnetlemek de adetten olduğu için şarkıyı hiç yadırgamadan kabullendik. Öyle garip zamanlar yani. Yonca Evcimik furyası son hızında devam ederken dönemin garip şarkılarının çıkma hızı ışıktan daha hızlıydı. Her gün yeni garip bir tip televizyonda, garip pop şarkılar radyolarda. Şu an nostalji deniyor ama nostalji kelimesini de yanlış kullanıyor insanlar. Neyse yerin dibine batsın böyle nostalji diyerek dönüyorum 90'lara. Elbette bu kısma da ufak bir linç gelecektir çünkü bizde dönemcilik takım tutmak gibi fena bir holiganlıkla savunuluyor. '90'lar ne kardeşim' diye bir İnstagram hikayesi atsan yemediğin hakaret kalmayabilir.
Popa maruz kalınan yıllar ama maruz kaldığımın farkında değildim. Ben normal sanıyorken içimden yine anlamsız karşı gelişler çıkmıyor değil. Vizyonsuz olabilirdim ama karşı durmam gereken müzikal dertler vardı ve ben de boş durmadım elbette. Niğde'de yaşadığımı göz önünde bulundurursak her istediğin kasede ulaşma imkanın olmadığı anlaşılabilir bir durumdu. Mahsun Kırmızıgül yeni çıkmıştı sanırım ve kimse onu zincirlere vuramıyordu hatta gazetelerin kuponla neredeyse organ dağıttığı zamanlarda Mahsun Kırmızıgül de yanında eşantiyonlarıyla piyasaya çıkmıştı: Özcan Deniz, Ali Şan. O sıralarda Ahmet Kaya hala saza arkadaşlarını bekliyor ama nasibine Serdar Ortaç marka çatal bıçak takımı çıkıyordu lakin; çatal bıçak setiyle ancak siyah zeytin yenebiliyordu. 80'lerden kalan Küçük Emrah kasetleri stokta zor günler için saklanıyordu tabii ki. Yine zor günler için bir iki Müslüm Baba kasedi de bir yerlerdeydi. 'Şimdiki aklım olsa' kesin saklardım Müslüm kasetlerini. Ölmeden önce geçirdiği evrimle Müslüm Baba artık 'elit' turnusolü olmuştu nasılsa. Babanın jiletli tayfasının fularlı entlektüellere dönüşeceğinden bihaberdik. Neyse ki Haluk Levent çıkmış ve bizi bazı dertlerden kurtarmıştı derken Anadolurock mevzusu ülkeyi sarmaya başladı. Bir tık daha büyüdüğümde rock müziğe merak sarmıştım ama elbette Haluk Levent artık kesmiyordu. Pentagram seviyesine geçtiğimde 'Ben oldum lan' demeye başlamıştım ki Murat Kekilli çıkıp bütün ortamları dağıttı, bir akşam öleceğini söyleyerek ve bir kesim de gerçekten öldü. Siyasiler de durmayıp 'Türk insanının nesli tehlikede' diyerek şarkıyı yasakladılar. Yasaklanması popülaritesini arttırdı ama hâlâ hayatta olduğunu düşünürsek Murat Kekilli'nin samimiyetini sorgulayabiliriz. Ben tam Metalica'ya geçecektim ki sosyalist olduğumu sanıp Grup Yorum vb. gruplara geçiş yaptım.
Bir de giyim hususu önemli. Dinlediğin müziğe göre giyinmen şart. Tam o dönemlerde metalcilerin fırtınası eserken benim sosyalizme yanlamam pek uygun kaçmadı. Siyahları çekip uzun saçlar ve küpelerle efil efil dolaşacakken boynumda poşiyle buluyordum kendimi ama yanımdan geçen siyah giyimli, marjinal diye adlandırılan güruha özenmiyor değildim. Ben sosyalist oluyordum ve bu düstura göre hareket etmem şarttı. Ama etrafımda siyah giyimliler gün geçtikçe artıyordu. Liseliler genelde daha sade şekilde bir metalciliği benimsemişken üniversiteliler uçuk kaçık oluyorlardı. Bir de üst seviye deri ceketli abiler ve ablalar vardı. Benim gözümde çok ileri seviyelerdi. Bunlar içerisinde gotik takılanların yanına yaklaşamıyorduk bile. Sürmeler, rastalar, küpeler, piercingler ve adını sayamayacağım binbirtürlü aksesuar... Tarkan'ın ölürüm sana klibindeki BDSM oyuncaklarını da metalci aksesuarı sanıyorum bir de. Evde küçük plastik top ve iple yaptığım metalci aksesuarı sandığım şeyi ayna karşısında denerken baba yakalanıp dayak yiyince onun metalle hiç alakası olmadığını anladım ama neyle ilgili olduğunu anlamam yıllarımı aldı. Metalcilere olan sempatim devam ederken satanizm cinayetleri haberlerde boy göstermeye başlamıştı. Daha metalcileri tam olarak anlayamamışken satanizm kavramı hepimizi oldukça korkuttu elbette.
Haberlerdeki manşetler:
-Şeytana Tapıyorlar
-Kedi Kesip Kanını İçtiler
-Satanist Marilyn Mansın Kaburgalarını Aldırmış
-Baskında Göz Altına Satanistlerin Üzerinden Kedi Çıktı
-İçanadolu'da Satanizme Özenen Genç Camiye 'Fuck Your G.' Yazılı Tişörtle Girdi. (Halbuki çocukta İngilizce yok.)
Bir de medya satanistlerle metalcileri ilişkilendirmiş ve polis de satanist diye metalci gençleri yollardan toplar olmuşlardı. Bundan dolayı da siyah tişörtlü ergenlerin salavatlar eşliğinde suç aletlerini çıkarıp normal kıyafetlere geçtiklerine şahit oluyordum. Bu sırada rap salgını başlayınca arayıştaki bir çok arkadaşım bu müziğe benzer akımla birlikte service pack 2 olarak yüklenen bol pantolon içinde boğuldular. Ölmediler lakin ölmekten beter oldular. Okul sonraları evlerine koşturup bol pantolonlarını giyip Niğde sokaklarına düşüyorlardı ve inanın hepsi altlarına pislemişler gibi gezip havalı olduklarına inanarak dolaşıyorlardı. Bunların bir üst seviyesinde belin yan tarafından sarkan zincir olurdu ama elbette akım Anadolu'ya sıçrayınca kendi içerisinde bir kültür spazmı yaşamadı değil. Bu gözler bol pantolon altına giyilen kunduralara şahit oldu da kör olmadı. Yalnız henüz Komagene Krallığı yıkılıp çiğ köfteci olmamıştı ve bütün çiğ köftelerin etli olduğu dönemler bunlar.
Akıllı telefonlar daha çıkmamış ve insanlar Rockerfeller ailesinden bihaber, ülke ile ilgili oyunları dış mihraklara bağlayıp spesifik bir düşman yaratılamamıştı. Neyse ki çok geçmeden Youtube çıktı ve biz de kendimizi geliştirme fırsatı yakalamıştık ki ben üniversiteyi kazanıp Mersin'e gittim.
Müzisyen olmama rağmen hala doğru düzgün bir müzik kültürü oluşturamamıştım. Daha önceki hikâyelerimde bahsettiğim gibi bir idealim de yoktu. Siyasi bir duruşum da bulunmuyordu. Kendimi öyle boş beleş hissettiğim dönemler ama hâlâ Grup Yorum falan dinliyorum, içimdeyse bir metalci çığlık çığlığa bağırıp pogo yapıyordu. Kendimi nerede konumlandıracağımı bilmeden bir süre yaşadıktan sonra metalci bir ev arkadaşı edindim. Edindim derken pet sahiplenmek gibi algılanmasın. Bilinçli bir seçim olmadı hiçbir zaman. Zaten bende o dönemlerde bilinç yoktu tamamen güdüsel yaşıyordum. Ev arkadaşım sayesinde metalci ortama adım atmış oldum. Önceleri beni kabullenmekte zorluk yaşadılar. Dövme yaptırınca camiaya adaylığım kabul edilmiş gibi oldu. Neyse ki lisede kulağımı deldirmiştim. Erken yaşta kulak deldirmek önemli bu cemiyette. Diğer türlü çekirdekten yetişme olarak görülmüyorsun ve her daim acemi er muamelesine maruz kalıyorsun. Tabii müzik tarzı olarak alışmam zaman aldı. Başlangıç seviyesi metal şarkıları dinlediğim zaman hafiften aşağılanıyordum ki bir kız hayatımı kurtarıp beni bütün metal külliyatına boğdu. Biz de bir süre sonra sevgili olduk ama bu sefer kız arkadaşımdan bahsetmeyeceğim.
O dönemler henüz Bomonti'nin filtrelisi, filtresizi yoktu. Malttan bir haber önümüze gelen her birayı içiyorduk. 2. nesil kahveciler yeni yeni palazlanır olmuş, hayatımıza nasıl içeceğimizi, nasıl telaffuz edeceğimizi bilmediğimiz kahveler girmemişti. Böyle ağız tadıyla 'Karamel makiyato, flet vayt, vay çaklıt moka, kortado'yahu ne bileyim bir amerikano bile diyemiyorduk. Öyle zamanlar yani. Lakin ben iyiden iyiye metalci camiaya alışıyordum ama sosyalist çevreden de kopamıyordum bir türlü. Sabah gizli gizli sosyalistlerin takıldığı salah çaycılara gidip bıyıklı ağabeylerle Samsun 216 eşliğinde çay içiyordum ya da birileri kesin Adıyaman tütünü sarıp veriyordu. Paylaşımın hat safhalarını yaşıyordum. Çaycıdan çıkıp metalci tayfanın yanına giderken yeşil parkamı çıkarıp sürmelerimi sürüp yola revan oluyordum ama birilerine yakalanacağım diye de korkmuyor değildim. Sol cenah, apolitik diye metalci tayfadan pek haz etmiyordu. Benim bulunduğum çevre öyleydi desem daha doğru olur. Metalciler de oldukça boş vermişlerdi ama diğer müzik türleri ve onlarla bağlantılı akımları, görüşleri sevmiyorlar, kendi aralarında da düşük mertebe olarak adlandırılıyordu. Bu yüzden bir taraf diğerine yanladığımı fark ederse camiaların birinden aforoz edilebilir ve hatta dalga konusu olabilirdim. Clark Kent'in gözlüğünün kimliğini nasıl gizlediğini o dönemlerde anlamıştım zira bendeki sürmeler ve birtakım metalci aksesuarları diğer kimliğimi bir şekilde gizlememi sağlıyordu.
Metalci ev arkadaşımla artık baya yakın hale gelmiştik. Zaten kız arkadaşımın da yakın arkadaşıydı. Bazen odasından gümbür gümbür metal müzik sesleri yükselirdi ve illa ki komşulardan şikayet gelirdi. Bu arada ev arkadaşımın adı Hasan'dı. O da benim gibi Anadolu'nun bağrından kopup gelmişti. Ev içerisinde devamlı metal müzik çalardı Hasan. Ses sistemini açmadığı zamanlarda kulaklıkla dinler ama bir şekilde müziği hayatına adapte ederdi. Zaman zaman odasına girdiğimde tedirgin olduğunu fark etmeye başladım. Bir şeyler gizliyor gibiydi. Telaşla kulaklığını çıkarır, bilgisayarını alelacele kapatır ve benimle metal müzik hakkında konuşmaya başlardı.
'Abi bak, bu parça dünyanın en iyilerinden. Sololara baksana. Adamlar yaşıyor resmen. Ama bir de bizim müziğimize bak. Hep tek düze. Hep aynı ezgiler. Bir değiştirin artık değil mi? Bak baba müzisyenler olmamış mı olmuş? Mesela bir Aşık Veysel dünyaya bir kere gelir. Bence Aşık Veysel bu ülkenin Bob Marley'i. Ama onun da ayaklar altına aldılar.'
Şeklinde konuşmalar bol bol yankılanırdı odada. Birbirimizi müzikle ilgili ikna ettikten sonra sürmelerimizi çeker bir rock bara giderdik. Yaptıracağımız yeni dövmelerden, kulağımıza açacağımız yeni deliklerden konuşurduk. Ama Hasan'ın garip davrandığu zamanlar olurdu. Bazen okul dönüşü aynı otobüse binerdik. Yarı yolda bir şeyler bahane edip inerdi otobüsten. En başlarda gözüme batmamıştı lakin bahane uydurup indiği yer hep aynı olunca inceden bir şüphe de içimi kaplıyordu. Yolda indiği günün akşamı evde karşılaştığımızda da üzerinde garip bir koku olurdu. Başlarda ne olduğunu anlayamamıştım ama sonrada bu kokunun ne olduğunu çıkardım. Yaşlı amca lokali kokusuydu bu. Lokal kokusunu bilir misiniz? Bol sigara dumanıyla karışık yere dökülüp beklemiş bira ve rakı aromalarının birleşerek oluşturduğu bir esanstır. Üst notalarda alkol rayihası, alt notalarda da çürümüş kavun kokusu... Böylece kokunun formülü tamamlanmış olur. Al bu formülü, en iyi parfüm markalarına ver; kendi tesislerinde üretmeleri mümkün değil. İlla ki lokal ortamı olacak. Babam aşçı olduğu için lokallerde çalışmışlığı vardır o yüzden bu kokuyu 1 km öteden tanıyabilirim. Ama elbette Hasan?la bağdaştıramadım bu kokuyu. Çok da üstelemedim açıkçası. Ben zaten kendi derdimdeydim.
Diğer kimliğimi saklamaya çalışıyordum her ortamda. Hasan'ın dahi bilmemesi gerekiyordu diğer kimliğimi. Öğrenecek ve rezil olacağım diye çok korkuyordum. Biz bu tedirginlikle ortalama bir yıl kadar aynı evde yaşadık. Bir gün kapısını çalmayı unutarak aniden Hasan'ın odasına dalıverdim. Kulaklığıyla PC'de müzik dinliyordu ama ben çat diye içeri girdiğimde korkup yerinden sıçraması sonucu kulaklığın cakı bilgisayardan çıkınca 'Parsel parsel eylemişler dünyayı, bir dikili daştan gayrı nem kaldı.' adlı bir türkü Erdal Erzincan'ın sesinden odada yankılanmaya başladı. Hasan bu durumda kızarıp bozardı ne yapacağını bilemez bir telaşla bilgisayarın fişini çat diye çekiverdi. 'Abi, bir arkadaş dosya yollamış da yanlışlıkla açtım. Ya ne bu böyle' derken Abi, dedim sakin ol ve beni bekle. İçeri gidip dolaba gizlediğim yeşil parkamı giyip geldim, boynuma da bir poşi bağladım. Beni öyle görünce boynuma sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı.
'Abi, ben Sivaslıyım ya. Vallahi bu metalci camiasına girdiğime gireceğime pişman oldum. Lan ben aleviyim ya bağlama çalıyorum. Erdal Erzincan dinliyorum. Kasa kasa bir hal oldum yıllardır. Sen yokken gizli gizli bağlama çalıyorum evde. Yeri geliyor kete yiyorum. Gizli gizli Sivaslılar derneğine gidiyorum Yeter ya bu zulüm. Çok sıkıldım.' dedi Hasan.
Bir süre oturup ağlaştık. O bağlamasını bazanın altında çıkardı. Ben de gitarımı alıp geldim. Grup Yorum'dan şarkılar çalıp söyledik saatlerce. Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Sonra Hasan'la sürmelerimizi çöpe attık, telefon numaralarımızı değiştirdik ve sosyalist bir çaycıya gidip çay sigara yaptık.
İkimiz de metalci ekipten uzaklaşmıştık. O mezun olup gitti. Ben de ikinci bölümü okumaya başladım. Uzunca bir süre görüşmeye devam ettik. Ama göreve başladığı şehirde 35 yaş üstü erkek bunalımına girip kendine Chopper motor alıp bir motor kulübüne girmiş. Kulübe kabul edildikten sonra deri yelek giymeye ve bandana takmaya başlamış. Muhtemelen deri yelek etkisiyle pişik olup barlarda fink atıyordur bilmem belki de gerçekten bir deri yelek olmuştur.