Çok Okunanlar
Karakter boyutu :  18 Punto16 Punto14 Punto12 Punto
Yunus Tuna GÜMÜŞSOY
Yunus Tuna GÜMÜŞSOY
y.tuna.gmsoy@gmail.com
BAŞARI: Bir Yalansa Biz Bu Yalana Neden Takım Elbiseyle Geldik (2.Bölüm)
Ertesi gün, oyunun ana hatlarını belirlemek için buluştuk. Uzun uzun geleneklerden, insandan, toplumdan konuştuk. İkimizin de toplumsal yapılarla meselesi vardı ama bu mesafe bambaşka nedenlerden kaynaklanıyordu. Yekta, hiçbir kalıba sığmayan erimiş bir metal gibiydi; şekil almazdı, taşardı. Ben ise kalıplara girmeyi baştan reddetmiştim çünkü o şekillerin içine girmeye değer olup olmadığını bile sorguluyordum. Onun mücadelesi bulunduğu yeri dönüştürmek içindi; benimki, o yerin oyununa hiç bulaşmamak. Yekta çevresindeki her objeye, her düşünceye hükmetmek isterken, ben çoğu şeye dokunmadan geçip gitmeyi seçmiştim. O var olmak için etrafına iz bırakmak istiyordu; ben, silinmiş izlerin ardında bilinçli bir sessizliği sürdürüyordum. 
 
 
 
Günler, haftalar birbirini kovaladı. Zamanla metin de şekil almaya başladı. Karakterler, olay örgüsü, alt metinler yavaş yavaş yerli yerine oturuyordu. Başlarda dağınık ve soyut olan fikirler, şimdi ete kemiğe bürünmüş gibiydi. Ortaya, hiç de fena sayılmayacak bir metin çıkmıştı; ikimizin birlikte yürüttüğü bu tuhaf macera, beklenmedik biçimde anlamlı bir şeye evrilmişti. Yekta'nın o ilk buluşmada söylediği söz geldi aklıma: 'Bu yolculuk bir metne dönüşecek.' Dönüştü gerçekten. 
 
 
Zaman geçtikçe Yekta'nın o taşkın hâllerine de alışır olmuştum. Başlarda yavan ve özenti gelen tavırları artık gözüme batmıyordu. 'Sanırım adam gerçekten böyle,' demeye başlamıştım. Ama bu, her şeyini sindirdiğim anlamına gelmiyordu tabii. Hâlâ yer yer içimi gıcık eden, fazla gelen yanları vardı. Yine de tepki eşiğim yüksekti. Tartışmaya girmektense, içimden o tanıdık "s*ktiret" efekti beliriveriyordu zaman zaman.
 
 
Oyun metni nihayet hazırdı. Elbette içime sinmeyen yerler vardı ama Yekta daha fazla oyalanmak istemiyor, bir an önce oyuncu seçmelerine geçmek istiyordu. Sanırım tiyatro maceramızın ikinci perdesine gelmiştik. İlk perde beklediğim kadar sancılı olmamıştı. Hatta tuhaf bir şekilde, bazı sahneleri okurken bir anlığına 'acaba bir şey mi oluyor lan?' diye düşündüğüm bile oldu. Ama ikinci perde daha başka bir şeydi: Oyuncular. Nasıl tipler gelecekti? Yekta ne tür çıkışlar yapacaktı? Gelenler buna nasıl karşılık verecekti? Aklımdaki hiçbir senaryo birbirine benzemiyor, her biri başka bir yöne sapıyordu. İşin nereye varacağına dair net bir fikrim yoktu. Ama zaten sanırım bu işin doğasında biraz da bu vardı.
 
 
Sonunda, oyuncu seçmeleri günü gelip çattı. Yekta'nın şehrin dört bir yanına astığı afişler işe yaramıştı; salonun önünde hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Seçmelerden yarım saat önce içeri geçtik.
 
'Ne kadar heyecanlı olduğumu bir bilsen' Bu oyun benim için bir başlangıç. Ardından film senaryosu geliyor. Ödülden ödüle koşacağım. Hayali bile güzel ama bu sadece bir hayal değil, anlıyor musun beni? Bu, olacak. Gerçek.
 
'Yani Yekta, şu işi bir çıkaralım da... Film işine sonra bakarız, olur mu'
 
'Ah, senin şu bitmeyen sönmüş yanardağ hâlin yok mu... Alıştım artık bu lavsız duruşuna. Eskiden anlam veremezdim bu kadar tepkisizliğe, ama şimdi biliyorum ki senin içinde de bir şeyler var. Azıcık eşelesem çıkar o kıvılcım. Bak, belki biraz zorlarsam o film senaryosunu da birlikte yazacağız. İlk buluştuğumuzda sana ne demiştim? 'Bize inan.' Yine diyorum. Bu iş de olacak. Hatta oldu bile.
 
Paralel bir evrende, başka bir ben harika bir film çekti. Rüyamda gördüm.
 
Sonra birden ciddileşti, gözleri uzaklaştı.
 
 'Hatta dün gece ne oldu biliyor musun? Televizyon izliyordum. Birden yayın gitti, ekran karıncalandı. Anten yerinde, kablo sağlam. Ama o karıncalı ekrana bakarken... kendi çektiğim filmi gördüm. Hayal ettim demeyeceğim, gördüm. Sahneler önümde akıyordu, oyuncular benim cümlelerimi söylüyordu. Işıklar... ritim... kurgu... Her şey tastamamdı. O kadar netti ki... İnanılmazdı. Gerçekten inanılmazdı.
Bir an sustu. Gözleri hâlâ o hayalin içindeydi sanki. Ben ise hâlâ yerdeydim. Kablonun sağlam olduğuna bu kadar emin olması biraz ürkütücüydü.
 
- Yani ne diyeyim Yektacığım, yeni filmin hayırlı olsun.
 
-  Bu kadarla kalmadı ki! Devasa bir salondaydım...binlerce insan. Konferans veriyorum. Ama öyle böyle değil filmim konuşulmuyor yalnızca, başarı hikâyem anlatılıyor. Herkes nefesini tutmuş beni dinliyor. Mikrofonu bırakıyorum, alkış tufanı. Geri dönüyorum, bir şey daha söylüyorum alkışlar daha da şiddetleniyor. Ayakta alkışlıyorlar. Öyle böyle değil... Sahne ışığı gözümü alıyor, ama ben hâlâ görüyorum onları. Herkes bende. Herkes benim.
 
Oyunu yazdığımız süreçlerde de böyle çıkışları olurdu. O yüzden fazla ciddiye almadım. Benim aklım seçmelerdeydi ve başlamasına da 10-15 dakika kalmıştı. Kapının önünde insanlar bekliyordu. O sırada Yekta birden yerinden fırladı. Sahneye çıktı. Boş salon, bir tek ben varım içeride. Ama o, karanlığa karşı konuşuyordu.
 
 Başarı, sevgili dostlar, bir sonuç değil bir süreçtir! Bu sürece inananlar, onun bir parçası olur! İstediğiniz şeyleri değil, hak ettiğiniz şeyleri yaşarsınız! Ve ben hak ettim!
 
Son cümleyi büyük bir coşkuyla söyledi, sonra iki elini yukarı kaldırdı. Salonun boş olduğunu fark ettiğinde ise hiç bozmadı. Mikrofon bile yoktu ama elini ağzına götürüp yankı efekti verdi kendi kendine:
 
 Teşekkürler!
 
Dışarıdan biri içeri baksaydı, provalar başladı sanırdı. Oysa daha seçmeler bile başlamamıştı. Neyse ki çok uzatmadan sahneden indi. Seçmelere gelenleri organize etmesi için Ozan'dan yardım istemiştik. O da dışarıdaydı, gelenleri sıraya sokmuş, ellerine isim yazılı kâğıtlar tutuşturmuştu. Kafasının hafifçe içeri uzatıp, 'Hazır mısınız?' diye sordu. Yekta 'Çağır ilkini Ozan,' dedi.
Kapı aralandı. İçeriye yirmili yaşlarında, gergin ama kendinden emin olmaya çalışan biri girdi. Üzerinde siyah bir tişört vardı, sırt çantasını sandalyenin yanına bıraktı. Gözleriyle sahneyi taradı, sonra bakışları bize döndü. İçeride sadece üç kişiydik: ben, Yekta ve sahne ışıkları altında bekleyen bu tuhaf enerji. Sanki biz değil de sahnenin kendisi onu sorguya çekecekti.
 
 
- Merhaba, ben Mehmet. Üniversitenin tiyatro kulübündeyim. Sahne tecrübem var. Küçük bir Shakespeare monoloğu getirdim, onu oynamak isterim.
 
Ben 'buyur,' derken Yekta elini kaldırdı.
 
- Hayır. Rol istemiyorum Mehmet. Rol, medeniyetin parodisidir. Ben ham, işlenmemiş, doğrudan sana ait olanı arıyorum.
 
Mehmet gözlerini kırpıştırdı.
 
- Anlamadım?
 
- Anlayamazsın. Yaşamadın çünkü. Bir sahne hayal et. Seyirci yok. Işık yok. Sen bile yoksun. Sadece sesin var. Ne söylersin?
 
Mehmet boşluğa baktı.
 
- 'Ne söylüyorum'
 
- Evet. Annenin doğum sancısıyla bağırdığı anın içindesin. Baban henüz habersiz. Dünyaya gelmek üzeresin. Ama gelmek istemiyorsun. Sahne bu.
 
- Iıı...
 
- Hadi Mehmet. O anı oyna. Doğmak istemeyen ruhu göster bize.
 
Mehmet bir adım geri gitti. müdahale etme zorunda kaldım. 
 
- Yekta, biraz sakin ol istersen.
 
- Hayır! Bu doğum kanalı dar olacak. Kim geçerse o oynayacak.
 
Mehmet kısa bir sessizlikten sonra boğuk bir çığlık attı. Ne yapacağını bilmiyordu. Birkaç anlamsız hareket yaptı, sonra aniden toparlanıp kapıyı açtı ve çıktı. Kapı kapanır kapanmaz Yekta koltuğa çöktü.
 
- Ruhsuz. Yüzde yüz pastörize. Böyle insanlarla oyun çıkmaz.
 
- Bence doğum kanalını biraz genişletsek iyi olur. Yoksa oyuncusuz kalacağız.
 
İki, üç, dört derken içeri giren herkes aynı hızla salondan çıkıyordu. Yekta'nın saçmalık sınırlarını zorlayan istekleri karşılık bulmuyordu.
 
Birine şöyle dedi:
 
'Kendini ölen bir kedi gibi düşün. Ama bu bir metafor değil, gerçekten ölen bir kedisin. Aynı anda hem sahibine trip atıyor hem de 80?lerden kalma bir arabesk şarkının sözlerini mırıldanıyorsun. Hadi başla.'
 
Bir başkasına:
 
'Şimdi sahnedesin. Karşında bir ayna var. Ama sen konuşamıyorsun. Aynadaki seni ikna etmeye çalışıyorsun, sadece mimiklerle. Hadi başla.'
 
Ve bir diğerine:
 
'Şimdi sen Tanrı'sın. Bir insan yaratacaksın. Ama önce un ve suyla yoğuracaksın onu. Bu sırada yaratacağın insanın karakterini tarif et. Ama konuşmak yok, sadece hamurla anlat.'
 
En son Ozan girdi içeri. Dışarıda bekleyen kimse kalmamıştı. Üstelik elimizde oyuncu falan da yoktu. Yani sıfıra sıfır, elde var Yekta ve ben
 
Ozan kapıyı kapattı, biraz etrafa baktı, sonra sanki bir ışık yanmış gibi başını kaldırıp konuştu:
 
Bende bir fikir var. Mahalleden insanları çağıralım. Hani senin hep bahsettiğin 'ruh' var ya... İşte o ruhu bu insanlarda buluruz belki. Ne dersin Yekta?
 
Yekta?nın gözleri parladı. Ayaklarını yere vurup ellerini ovuşturarak:
 
 Evet evet... İşte bu! Sahici olanı, ham olanı, doğrudan olanı... İşte tiyatro bu! Sahne dediğin şey profesyonelliğe değil, içtenliğe açtır!
 
Ben ise koltukta sessizce oturuyordum. Ama nedense bu fikri ben de sevdim. 
 
Mahallenin fırıncısı, dolmuş şoförü, internet kafecisi, marketçisi, birkaç öğrenci, ben ve Yekta'dan oluşan oyuncu ekibiyle provalara başlamıştık. Ama bu süreç, kolay geçeceğe hiç benzemiyordu.
Yekta'nın oyuncuları zorlamak için anasının doğum kanalından çıkardığı fikirlerin haddi hesabı yoktu. Metni bir kenara bırakmıştı sanki; sahnede neyin olup olmayacağını, sabah hangi rüyadan uyandıysa ona göre belirliyordu. Bir provada on dakika sahne boş kalmalıymış, diğerinde herkes seyirciye sırtını dönmeliymiş. Sahne düzeni desen, her gün yeniden çizilen bir harita gibiydi. Bir gün tüm karakterler ölüymüş gibi susup yere yatıyor, ertesi gün aynı sahnede herkes 'yumurta' temsili oynuyordu. Ciddiyetle söylüyorum, biri o gün sarı giydiği için 'o zaman sen tavuksun' dendiğine şahidim.
Başlarda içimden 'bu işin sonu rezillik' diye geçse de bir süre sonra şunu fark ettim: garip bir şekilde herkes bu kaosa adapte olmaya başlamıştı. Kimse ne yaptığını tam bilmiyordu ama hepimizin saçmalık eşiği, yavaş yavaş ortak bir zeminde buluşuyordu. Belki bu da bir tür provaydı. Belki oyun dediğin, net bir metinden çok, birlikte ayakta kalma egzersizidir.
 
Ben artık oyunu değil, Yekta'nın o günkü ruh halini anlamaya çalışıyordum. Ve evet, bazen tedirgin oluyordum ama içimde bir yer hâlâ onun gördüğü şeyi sahnede görebileceğimize inanmak istiyordu. 
Provalar böyle böyle geçti. Her şeye rağmen, hatta belki her şey sayesinde, ekip hiç de fena sayılmayacak bir performans yakalamıştı. Bazı anlarda 'bu ne lan?' diye kaşımı çatarken, bazı sahneleri hayretle ve hafif bir gururla izlerken buluyordum kendimi. Ne olduğunu tam anlayamıyordum ama bir şeyler oluyordu. Tuhaf, yamuk ama bir şekilde sahici bir enerji vardı ortada. 
Sonunda büyük güne gelmiştik. Salon, mahalle ahalisi tarafından hınca hınç doldurulmuştu. Oyuncuların anneleri, babaları, çocukluk arkadaşları, akrabaları... Mesela şoför Muhittin Abi'nin dolmuş durağındaki mesai arkadaşları tam kadro gelmişti. Fırıncı Sabri Usta'nın cami cemaatinden safları sıklaştırdığı tayfa ise muhtemelen cami dışında ilk kez birlikte bir etkinliğe katılıyordu. Oyun sahnelenmeden önce bile kuliste, salonda bir şeyler oluyordu aslında, herkes birbirini süzüyor, gülüşüyor, koltuklar arasında 'bizimki biraz heyecanlıdır ama yapar' minvalinde fısıltılar dolaşıyordu. Mahallede belki de ilk defa bu kadar insan aynı çatı altında, ortak bir merakla bir araya gelmişti: Ne olduğu belirsiz bir oyunu izlemek. Benim de nasıl bir tepkiyle karşılaşacağımıza dair en ufak fikrim yoktu. Her ihtimal mümkündü: rezillik de, tuhaf bir başarı hissi de.
 
Tiyatro maceramızın üçüncü perdesi artık aralanıyordu. Salonun ışıkları yavaşça sönmeye başladı. 
İlk perde, ufak tefek aksaklıklara rağmen bitmişti. On beş dakikalık bir ara verdik. Yekta hemen herkesi kuliste topladı. Her birimize tek tek sarıldı, tebrik etti. Ardından, bir Roma generalinin savaştan önce askerlerini yüreklendirmek için yaptığı türden bir konuşmaya girişti. Coşkulu, teatral, yer yer abartılı ama tam da Yekta'ya yakışır bir üslupla:
 
 İlk perdeyi aldık arkadaşlar! Gözlerinde gördüm seyircinin... Şaşkınlık vardı, merak vardı, hatta huşu vardı! İkinci perde bizim zaferimiz olacak. Geriye çekilmek yok. Bugün burada tarih yazıyoruz! Şimdi farkımızı ortaya koyacağız. Elinizden geldiğince doğaçlayın bu perdede. Metni aşın. Artık siz, oynadığınız karakterlersiniz. Ne yapacağınızı biliyorsunuz. Seyircinin içine girin, duygularını çekip çıkarın; bağırın, ağlatın, güldürün!
 
Bu fikir beni bir hayli ürkütmüştü. Her şey yolunda giderken buna ne gerek vardı diye düşündüm.
Yekta, biraz temkinli olmakta fayda var bence. Şu noktada metne sadık kalmak daha iyi olabilir.
Doğaçlamayla şimdi riske girmeyelim.
 
O sırada şoför Muhittin Abi söze girdi:
 
 - Biz bunun altından kalkarız elbette! Bence harika bir fikir.
Evet, başarı hissi güzeldir. Ama içinde gizli bir zehir taşır. Muhittin, o zehri hiç tereddüt etmeden içmişti. Bu çıkışının ardından kulisteki atmosfer bir anda değişti. Herkes, kendine ve birbirine gaz vermeye başladı. Ne kadar da hazır olduklarını, nasıl da sahnede coşacaklarını birbirlerine ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. O an kulis değil, bir tür motivasyon ayinine dönmüştü. Ve ben, elimde olmayan bir tarikatın sessiz üyesi gibi köşede durup olan biteni izliyordum. 
 
İkinci perde başlamıştı. Sahne benimle açılıyordu. Çıktım, ilk repliklerimi söyledim, doğaçlamadım. Metne sadık kaldım. Çünkü biliyordum: bu gemiyi önce ben terk edersem, gerisi tsunami gibi çökerdi. Kontrollü gitmek gerekiyordu. En azından biri ipleri birazcık sıkı tutmalıydı.
Sahneyi paylaştığım arkadaşlar da metne bağlı kalınca, perdenin arkasından Yekta'nın sesi duyuldu:
Arkadaşlar metnin dışına çıkın.
 
Sakin fakat keskin bir tondu bu. Sanki sahneye değil de ruhumuza fısıldıyordu. Oyunun gidişatına değil, kendi rüyasına sadık kalmamızı istiyordu. Ama bunu riske edemezdim. Sesi duymazdan gelip devam ettim. Ben metinden çıkmamakta ısrarcıydım. Sahne sırası gelen Muhittin Abi büyük bir özgüvenle giriş yaptı. Lafını söyledi, ardından birkaç cümle daha ekledi, doğaçlamayla flört ediyordu. Ama bu çaba sahnede sakil durmuş olacak ki seyirciden homurtular yükselmeye başladı.  Ama ben hemen araya girip oyunu tekrar metne sürüklemeye çalıştım. Sahnede adeta direniyordum. Ardından Ozan girdi. O da metinde olmayan laflar etti. Yine toparlamaya uğraştım. Dalgayı kıyıya vurmadan geri çevirmeye çalışan biri gibiydim. Ama bu çabam fazla uzun sürmedi.
 
Benim bu ısrarımı fark eden Yekta, sahne sırası gelmeden pat diye içeri daldı. Öyle yüksekten girdi ki, hepimiz bir an duraksadık. Ne replik kaldı akılda, ne sahne düzeni. Her şey onun sesiyle birlikte darmadağın oldu. 
 
- Siz hâlâ mı buradasınız?
 
Yekta bir adım daha attı sahnenin içine. Sonra Muhittin Abi'ye döndü.
 
 -Sen mesela? Sen kim olduğunu biliyor musun?
 
Muhittin Abi, tam anlamıyla afallamıştı. Gözleri büyümüş, bedeni sahnedeki pozisyonunu unutmuştu. Neredeyse gerçek hayattaki gibi cevap verdi:
 
 - Ben... Muhittin.
 
Bu laf ağzından çıkar çıkmaz seyirciden bir kahkaha koptu. Plansız, içten, kontrolsüz bir kahkahaydı bu. Sanki oyunun bir parçası değil de, yanlışlıkla açık bırakılmış bir güvenlik kamerası görüntüsünü izliyorlardı.
 
Yekta, bu kahkahayı duyunca gözlerini kısıp salonu süzdü. Dudaklarının kenarında tuhaf bir tebessüm belirdi. Sanki 'işte bu' der gibi başını eğdi hafifçe, sonra sesini yükseltti:
 
Bak işte! Seyirci de senin kim olduğunu bilmiyor. Ama seni sen zanneden o Muhittin var ya... O bir illüzyon. Hepiniz birer illüzyonsunuz!
 
Sahnenin ortasına doğru ağır adımlarla ilerledi. Ardından birden Ozan?a döndü, ellerini iki yana açarak:
 
 - Peki ya sen? Sen kimsin?
 
Ozan o anda patladı. Yer ve zaman duygusunu yitirmiş, gözleriyle sahneyi değil, içindeki uçurumu tarıyordu.
 
-'Ben seni de tanıyorum,' dedi, sesi titreşerek ama kendinden emin bir tonla. Sonra sahnedeki herkesi tek tek işaret etti; bir yandan parmağı, bir yandan sesi sertleşiyordu:
 
 Seni... seni... seni de tanıyorum. Sizler bu dünyanın sineklerisiniz. Evet, sinekler! Ve aslında yoksunuz. Sadece bir belediye aracının pikabından çıkan sinek ilacının dumanıyla zehirlenmeye mahkûmsunuz. Kurtulamazsınız bundan. Çünkü siz...siz zaten hiç olmadınız. Böyle var olamazsınız gençler. Olamazsınız!
 
Seyirciler arasında ne olduğunu tam kestiremeyen, kendinden emin olmayan ufak homurdanmalar yükselmeye başlamıştı. İlk perdedeki anlatının bu tuhaf patlamayla hiçbir ilgisi yok gibiydi. Kimi başını eğip fısıltıyla yanındakine bir şeyler sormaya çalışıyor, kimi gözlerini sahneden ayıramıyordu. Ortada, ilk perdeyle uyuşmayan, hatta bambaşka bir oyunun içine sızmış bir halüsinasyon var gibiydi. Anlamaya çalışıyorlardı ama herkesin zihninde aynı cümle geziniyordu: 'Bu iş nereye gidiyor?' Sahne henüz tam anlamıyla bir kaosa sürüklenmemişti ama ipler bir kere elden kaçmıştı. Artık kontrol Yekta?daydı. Benim yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Sazı eline almıştı bir kere ve bırakmaya niyeti yoktu. Coştukça coşuyor, salonu unutarak büyük büyük laflar savuruyordu. Sözleri bir noktadan sonra ne karakterle, ne hikâyeyle, ne de izleyiciyle bağ kuruyordu. Sanki kendi zihninin içine düşmüş, orada yankılanan bir monoloğu sahneye boşaltıyordu.
 
- Sizler... evet, sizler! Birer yalanın içindesiniz! Nefes alıyor olmanız bile bir illüzyon!
 
Durdu. Sahneye yayılan sessizlikte bir adım daha attı ileriye.
 
- Peki... tek gerçek ne? Tanrı mı?
 
Kafasını hafif yana eğdi, gözlerini devirdi.
 
- Aaa... evet, sesini duyar gibiyim. Hatta duyuyorum. Siz de duyuyorsunuz değil mi?
 
Seyircilere döndü, elini kulağına götürdü.
 
- Bakın... ben konuşuyorum. Ama bu ses benim değil. Ben sadece bir aracıyım! O konuşuyor içimden. İçinizden!
 
Eliyle sahnedeki diğer oyuncuları da işaret etti.
 
- Sizden taşan, ama size ait olmayan o garip ses var ya? işte o!
 
Bu sözlerin ardından salonun içindeki uğultu iyice yükseldi. Fısıltılar yerini açık homurtulara, mırıltılar bağırışlara bırakmaya başlamıştı. Mahallelilerden biri yerinden fırlayıp bağırdı:
 
- Ne diyorsun lan sen! Tanrı falan... terbiyesiz herif!
 
Bu çıkış bir kıvılcım gibiydi. Bir başka seyirci hızla ayakkabısını çıkarıp sahneye fırlattı. Ayakkabı sahnenin tam ortasına, Yekta'nın yakınına düşüp sekerek durdu. Muhittin abinin eşi kendini tutamadı, ayağa fırladı:
 
- Utanmaz adam! Sabahtan beri ne anamız kaldı ne babamız! Ahlaksız şerefsiz!
 
Salondaki tansiyon artık kontrolsüzdü. Sahne ile seyirci arasındaki sınır silinmişti. Fısıltılar küfre, gerginlik hiddete, 'bizim oğlan oynuyor' gururundan 'bu ne rezillik' öfkesine evrilmişti. O an, ufak çaplı bir Madımak olayı yaşanmak üzereydi. Kibrit çakılmaya hazırdı ve hava benzinden halliceydi. 
Yekta ise sanki olan bitenin hiç farkında değildi. Ya da farkındaydı da umurunda değildi. Tanrıya gelene kadar bir yerden bu durumu toparlarız diye içimden geçiriyordum. Orada dursa, belki bir ihtimal... Ama yok. Kantarın topuzu çoktan fırlamıştı. Üstelik bütün bu tepkiye rağmen hâlâ rolündeydi. Hatta öyle ki, sahnede bu kaosun ortasında bile kendini başarılı hissediyor olabilirdi. Seyirciden gelen her tepkiyi, bir tür "etkileşim" zannediyordu belki. Sanki Brecht'le Kafka, bir ona fısıldıyordu: 'Devam et Yekta' halk uyanıyor.' Evet halk uyanıyordu, halk sabah ereksiyonunu bizim üzerimizde gidermek üzereydi. Artık araya da girilecek bir durum kalmamış, camii cemaatinden olduğunu anladığım bir kaç tip sahneye doğru ilerliyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ozan'a baktım, herkes donmuş gibiydi. Sahnedeki gerilim, salonu kilitlemişti. Derken Muhittin Abi ayağa kalkıp Yekta'ya bir yumruk savurdu. Perde arasında doğaçlama için yanıp tutuşan adam gitmiş, yerini sinirden köpüren bir başka Muhittin almıştı. Belki Yekta'nın ona 'sinek' demesi koymuştu, belki de karısının çıkışıyla birlikte bir aydınlanma yaşamıştı, çözemedim. Zaten o yumruktan sonra ortalık karıştı. Ben kendimi kulise zor attım. Telefonumu bulup hemen polisi aradım. Onlar gelene kadar Yekta'nın ağzı burnu çoktan yer değiştirmişti. Neyse ki daha da fena bir noktaya varmadan yetiştiler; kalabalığın içinden güç bela çekip aldılar Yekta'yı. Ardından, zor da olsa, ortalığı yatıştırıp salonu boşalttılar.
 
Olayın ardından polis hepimizi gözaltına aldı. Bir geceyi nezarette geçirdik. İfadelerimiz alındıktan sonra serbest bıraktılar. Duyduğuma göre Yekta'yı hastaneye kaldırmışlar. Birkaç gün yatmış. Ama ne ilginçtir ki, kendisine saldıranların hiçbirinden şikâyetçi olmamış.
 
O geceden sonra toparlanmam kolay olmadı. Kendimi İzmir'e attım. Hem şehirden hem yaşananlardan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Yaşadıklarımızı sindirmeye çalışıyordum ama içimde sürekli aynı sorular dönüp duruyordu: Ben ne yaptım? Ne yapmadım? Bu kadar hengâme, bu kadar arbede gerçekten bir şeye değdi mi? Yoksa başından beri kendi yarattığımız bir yanılsamanın içinde mi debelenip durduk? Bu soruların peşinden uzun bir süre sürüklendim. Bir şeyler yapmaya çalışmanın, başarı hissinin o tuhaf ve yer yer sahte gelen hoşnutluğunun düğümlerini çözmeye çalıştım. Kendimi zaman zaman dünyada kalmış son insan gibi tahayyül ediyordum: Tek başıma kalsam, yine bir şey üretir miydim? Sanat yapar mıydım? Bir enstrümana uzanır mıydım? Yoksa tüm bu üretme hâli sadece birilerine göstermek için miydi? 
 
Belki de en başından beri mesele bir şey üretmek değildi. Sadece, birilerinin bizi izlediğini sanmak... Belki bir göz, bir alkış, bir hayranlık ihtimali. Ya da sadece bir yankı. Boş bir odada konuşurken bile duvarlardan dönsün istiyor insan sesi; yoksa delilikle aklı ayıran çizgi bulanıklaşıyor. Kendi kendime sordum: Sahiden anlatmak mı istiyordum, yoksa sadece dinlenmek mi? Yekta'nın o taşkın hâlleri, belki de bu yüzden bu kadar sarsıcıydı. Çünkü o, yankıdan fazlasını istiyordu: İz bırakmak, mümkünse gürültüyle. Bense sessizlikte doğrulanmak istiyordum. Ama sessizliğin kimseye mektup yazmadığı bir dünyada, bu ikisi de aynı kapıya çıkıyordu: boşa çaba.
 
Bu sorgularım sürerken bir süre sonra evime döndüm. Her şey yatışmış, unutulmuş gibiydi ama ben yine de mahalleye hayalet gibi girip çıkıyordum. Kimseyle karşılaşmak istemiyordum. Oyundan sonra Yekta'yı da bir daha hiç görmedim. Birkaç kez aradı, mesaj attı ama geri dönmedim. Bizi içine çektiği hengâme yüzünden ona kızgındım. Bir yandan da biliyordum: O olmasa bu hikâye hiç yaşanmayacaktı. Kendimi 'en azından bir şey oldu' diyerek yatıştırmaya çalışıyordum. Zaten hayat dediğin de bu değil miydi? Durmadan bir şeyler oluyor ve olan her şey artık geri döndürülemez biçimde var oluyordu.
 
Yıllar geçti. Sosyal medya iyice hâkimiyet kurunca bir gün merak edip Yekta'yı Instagram'da arattım. Karşıma milyon takipçili bir hesap çıktı. İlk başta emin olamadım ama profilini inceledikçe onun olduğuna kanaat getirdim. 'Vay be, başarmış' dedim içimden. Derken profiline yazdığı biyografi dikkatimi çekti. Büyük harflerle şunu yazmıştı:
 
'PARAZİT ESTETİĞİ UZMANI.'
 
Tiyatrodan, sinemadan sonra geldiği nokta buydu. 'Parazit estetiği?' Ne olduğunu bilmiyordum. Hatta bunun uzmanı ne iş yapar, onu da bilmiyordum. Ama Instagram hesabındaki videoların birinde, tüplü bir televizyonun önünde bağdaş kurmuş bir topluluğun en ön sırasında duruyordu. Videodaki görüntü ilk bakışta bir tarikat ayinini andırıyordu.  Etrafındaki insanlar gözlerini karıncalı ekrana odaklanmışlardı. Herkesin yüzünde derin bir anlam arayışı' ya da anlamı arıyormuş gibi yapma gayreti vardı. Tüplü ekran karıncalanıyor, ara sıra dikey çizgilerle bozuluyor, bazen de hafif bir sesli 'çıt' ile patlama tehdidi savuruyordu. Televizyonun üstüne yerleştirilmiş minik bir tütsü tütüyor, fonda ambient bir müzik çalıyordu. Yekta, tüplü ekranın karıncalı görüntüsünü parmağıyla işaret etti. Kameraya döndü, gözlerini kıstı ve sanki kutsal bir metinden pasaj okuyormuş gibi fısıldadı 
 
 'Bu görüntü, sizin iç sesinizdir. Statik' ama hep orada. Gözlerinizi kapayın ve içinizdeki paraziti dinleyin. Gürültü, bir uyarandır.' Alt yazıya da şunu yazmıştı:
 
'KENDİNİ BULMAK İSTEYEN, SİNYAL KAYBINDAN KORKMAMALI.'
Bu yazı toplam 189 defa okunmuştur.  
Kalan Karekter Sayısı : 500
Sitemizdeki yazı ve resimlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
AmdYazılım
Güneydoğu Haber