BAŞARI: Bir Yalansa Biz Bu Yalana Neden Takım Elbiseyle Geldik (1.Bölüm)
Her şeyi çok istiyoruz. Yani öyle böyle değil. Her şeye inanılmaz arzularla yaklaşıyoruz. Fiji Adası'nın bilmem neresinde yetişen, kabuğu soyulunca gökkuşağı kokusu bırakan bir meyveyi bile arzuluyoruz. Bu kadar tutku biraz fazla gibi geliyor bana.
Daha önce adını duymadığımız şehirlerde, hayatını bilmediğimiz insanların yaşadığı evlere bakıp 'orası tam benlik' diyoruz. Kendi şehrinde adını bilmediğimiz mahallelerde nelerin döndüğüne dair en ufak fikrimiz yokken bile. Okumadığımız bölümlerden mezun olmak istiyoruz. Ayda dört maaş kazanan yazılımcıların sabah rutinlerini taklit ediyor, sonra öğlen menüsüne dünden kalan patates kızartmasını koyuyoruz. Yoga matı almadan önce çakralarımıza bir suçluluk hissiyle bakıyoruz.
Kahvenin kökenine, çekirdeğin kavrulma derecesine, hazırlanma süresine ve kupanın ağırlığına takılıyoruz. Hepsini çok iyi bilmeliyiz hem de hepsini. Sonra bir de TEDex'te başarı hikayelerini anlatan ya da başarının ne olduğunu kendilerince tanımlayan ve herkesin bunu başarabileceği savıyla milleti gazlayan kerli ferli insanları izleyip içten içe şöyle diyoruz: 'Ben de yapabilir miyim?' Hayır. Yapamazsın. Çünkü o başarı hikâyesi, PowerPoint sunusuyla hazırlanmış ayrıca bir yerlerine kravat iliştirilmiş bir kurgu. Başarmak denen eylemin insanın doğasında var olduğunu bize yutturmaya çalışıyorlar. Oysa bu tam bir kandırmaca; başarının sanki hepimize ait, her insanın potansiyelinde gizli olduğuna dair bu masal da milleti gazlamaktan başka bir işe yaramayan bir illüzyon. Hani belki bir gün hepimiz başarılı olacağız. Ama o gün de başarı, 'bir televizyonun parazitli ekranında kelebek silueti görebilmek' falan olacak.
Olsun! Biz yine de istiyoruz. Her şeyi. Her an. Her yerden. Sanki evren bize dilek ve temennilerle dolu bir kargo yetiştirmeye çalışıyormuş gibi davranıyoruz. Oysa evrenin s*kinde bile değiliz. Tam da sözlük anlamında söylüyorum. Kabullenelim bunu. Evrenin bir s*ki olsa yanına bile yaklaşamayız abi. Delimisiniz. Ama bu ilgisizliğin içinde kendi küçük trajedilerimizi büyütmeyi çok iyi biliyoruz. Evren ilgilenmese bile, biz kendi çapımızda 'bir şey' olmaya uğraşmaya devam ediyoruz. Olmamız gerektiğine inandırıldığımız o 'şey' neyse artık?
Yani ne oldu şimdi? Bunca laf kalabalığı, kozmik sitem, varoluş tantanası... Hepsi dönüp dolaşıp nerede patladı? Beşinci sınıfta, iliklerine kadar hissedilen o ilk kıyaslamada. Ben de bir şey olmak istedim. Herkes gibi. Daha doğrusu herkes gibi birileri olmak istedim. Ama bir sorun vardı: Kimsenin kim olduğu belli değildi. Ne olacaktım? Ne olmalıydım? Hatta en büyük soru bir şey olmalı mıydım? Olmam gereken şeyin ne olduğuna dair en ufak fikrim bile yoktu. İçsel bir motivasyonla kendime böyle kaygılar edinemiyordum hiçbir zaman. Fakat çevre denen etkenin çeperine dokunduğun an seni hücre zarı gibi içine çekiveriyordu. Bunu 5. Sınıfa geldiğimde anlamıştım. O zamanlar 5. Sınıfın sonunda Anadolu Liselerinin ortaokul kısmı için sınavlar olurdu. Sonraki sene de kaldırıldı. O sınava son girenlerden biriyim. Benle yaşıt bir amca oğlum da girecekti o sınava. Keşke bir yıl geç doğsaydım dediğim dönemler. 'bak işte kuzenin şu denemeden şu kadar puan almış, sen de almalısın vs vs' lan arkadaş ben daha yatağa işiyordum o zamanlar. Annem çarşafın altına muşamba sererdi siz hangi denemeden bahsediyorsunuz bana. Daha çişini tutamayan çocuğa bunlar yüklenir mi? Neyse, sınav bir şekilde geçti. Zaten sonra daha kaç tane sınavın gelip geçeceğinden henüz haberim yoktu. Benim sınav başarım değil ama mesane kontrolüm yıllar içinde gelişti. Hangisi daha değerli, hâlâ karar veremedim.
Mesele sadece sınav değildi elbette. Çevremdeki çocuklar da bir şeyler başarıyordu. Kimisi hızlı koşuyordu, kimisi sınıf başkanı seçiliyordu, kimisi kütüphaneden aynı anda üç kitap alıyordu. Ben bir kere sınıf başkanlığına aday oldum, tek oy aldım. O oyu veren de bendim. Bir kere sınıftaki çocuklarla futbol oynayayım dedim, üstüm başım tamamen çamura bulanınca annemden yediğim dayakla futbol kariyerim orada son buldu.
Okulun kantininde arkadaşlarla bir masa etrafında oturmuştuk. Herkes ne olmak istediğini anlatıyordu. Biri astronot dedi, biri futbolcu, biri bilim insanı.
Ben ?düşünüyorum hâlâ? dedim.
"Ne düşünüyorsun?' diye sordular.
'Bilmiyorum... galiba sadece sevilmek istiyorum,' dedim.
Uzun bir sessizlik oldu. Sonra konu dondurmaya döndü. O yaşta bile anlıyordum: Bir şey olmak, aynı zamanda başkalarının gözünde bir şey görünmekti. Görünmeyenler başarısız sayılırdı. Görünmeyenler kaybolurdu.
Çevrenin etkisiyle yapmaya çalıştığım birçok şey oldu ama hiçbir zaman anlam veremedim bu zorunluluğa. Hani avcı toplayıcı dönemde yaşıyor olsam, belki bir mantığı olurdu: Seçenek az, hayat sade. Ya avcı olacaksın ya toplayıcı. Üçüncü opsiyon 'dijital içerik üreticisi' değil yani.
Ben muhtemelen toplayıcı olurdum; sessiz sakin, mevsimlik meyvelerle mutlu. Belki biraz çakıl taşlarını biriktirirdim. Anksiyetesiz, hedef takvimsiz, sosyal medyasız bir hayat. Elbette o dönemde de rekabet vardı. Kim daha büyük mızrağı yaptı, kim mağaraya en iyi resimleri çizdi. Ama hiçbiri 'başarısız olursan hayatın kararır' seviyesinde değildi. Çünkü o dönem başarısız olursan ölüyordun.
Bu kadar saçmalığın arasında, kendimi ifade edebileceğim bazı şeylerim de vardı elbette. Küçük yaşlarda müzik, yazı, tiyatro girdi hayatıma. Hatta lisede dört sene tiyatro oynadım ama çok parlak bir oyuncu değildim. Repliğimi unuttuğum çok olmuştur. Zaten oyunculuğun üstüne pek gitmedim. Elimde ne varsa, onunla idare ettim. Skeçler yazdım, küçük oyunlar kurdum. Bir süre üniversitede de devam ettirmeye çalıştım ama orası farklıydı. Üniversite ortamı acımasızdır; adamı dakikasında bitirirler. Hele sahnede boş bulunursan bir daha toplayamazsın.
Tiyatroya tutunmaya çalıştığım o yıllar, aynı zamanda üniversiteye girip giremeyeceğimi düşündüğüm, herkesin geleceğe dair umut taşıdığı ama benim içimin anlamsızlıkla dolup taştığı dönemdi. Bir yanım 'Kalk İstanbul'a git, tiyatroya ver kendini' diyordu. Diğer yanım, 'Gitsen ne olacak? O kadar da parlak bir tiyatrocu değilsin. Hem olsan ne olacak? Elli-altmış yıl sonra öleceksin, ne gereği var şimdi bu çabanın?' diye karşılık veriyordu. İşte bu iki sesin ortasında bir yerdeydim; yarı ciddiyetle, yarı kayıtsızlıkla bir yol çizmeye çalışıyordum.
Sonunda üniversiteye girdim. 2004 yılıydı. Benden beklenen okuluma gidip zamanında mezun olmamken, ben kendimden ne beklediğimi bilmiyordum. Bir süre gerçekten sarıldım okula. Derslere girdim, kitaplar okudum, sanki yolumu bulacakmışım gibi. Ama çok sürmeden kendimi bir bilgisayar oyununun pençesinde buldum.
O zamanlar bilgisayarlar her evde yoktu, internet desen zaten sınırlıydı. Her sokakta mutlaka bir internet kafe olurdu. Ben de evimden birkaç sokak ilerideki Karaca İnternet Kafe'ye dadandım. Knight Online'a fena sarmıştım. Okuldan çıkar çıkmaz oraya gider, doğrudan oyuna dalardım. O kadar sık gitmeye başlamıştım ki, zamanla mekânın demirbaşlarından biri oldum. Kafedeki herkesle selamlaşır, bazen aynı partiye girer, ex kasardık. Sonra ev arkadaşlarımı da bulaştırdım. Derken olay çığırından çıktı: Neredeyse ev ahalisi olarak Karaca İnternet Kafe'de yaşamaya başladık. Kafenin sahibi Ozan, kapanış saati geldiğinde kepenkleri bizim üstümüze kapatır evine giderdi, biz de sabaha kadar Knight Online oynardık. Sırf bu yüzden ilk sene hazırlıkta kalmıştım.
Bir gün okul çıkışı yine kafeye geçtim. Bu zaten artık benim için bir ritüeldi. Ders biter, bizim avanelerle birlikte Karaca'ya damlardık. İçeri girdiğimde Ozan masasında oturuyordu ve başında tuhaf bir tip dikilmiş ona talimat veriyordu:
- Yazı karakteri Comic Sans olsun, Ozan.
- Comic Sans mı? Lan Yekta, sen ilan veriyorsun. Düzgün bir fontla yapalım. Ciddiye almazlar bak.
- Hayır, Comic Sans olacak. Benim bir çizgim var. Bunu anlamıyorsun.
- Ya Yekta, s*kecem senin çizgini ha. Geç şuraya, kendin yaz o zaman.
- Hayır, sen yaz. Ben Word'den anlamıyorum. Comic Sans olsun.
- Tamam, Comic Sans yaptım Yektacığım. Başka ne yapayım? Takla? Parende?
*Ozan, abartma istersen. Bakayım bi? tamam olmuş. Yüz adet bas, gelsin.
Bu konuşmalar sırasında ben de yanlarında durup onları izliyordum. İlk kâğıt çıkar çıkmaz Yekta onu aldı, kokusunu içine çekti. Gözleri kapalı, neredeyse sarhoş bir edayla söyledi: Bayılıyorum bu toner kokusuna.
Ben hâlâ onları izliyordum. Yekta'nın elindeki yazıya gözüm ilişti. Başlık şöyleydi, büyük harflerle, ortalanmış:
'TİYATRO ÇALIŞMALARI İÇİN GÖNÜLLÜ OYUNCULAR ARANIYOR'
Bir adım yaklaştım.
- Tiyatro mu yapıyorsunuz siz?
Yekta gözlerini bana dikti. Bakışında hafif bir sınav vardı.
- Yapmaya çalışıyoruz, dedi. Absürt ama epik ögeler de var.
Ozan hemen araya girdi, kafasını bana çevirerek:
- Bu adam da yazıyor çiziyor. Liseden beri tiyatro yapar.
Yekta hâlâ beni süzüyordu. Sanki 'başrol mü olur bundan' diye içinden geçiriyor gibiydi.
Ben ise fazla detay vermeden sadece başımı salladım:
- Dört sene oynadım. Yazdım da biraz.
Yekta bir süre duraksadı. Çantasından kasketini çıkardı, başına geçirdi. Ardından yine çantasından küçük bir kutu çıkardı. O sırada ne yapacak diye, Ozan'la birlikte gözümüz Yekta'daydı. Ama o, biz yokmuşuz gibi davranıyordu. Kutuyu Ozan'ın masasının üstüne koydu, kapağını açtı. İçinden bir pipo çıkardı. Özel bir çakmakla pipoyu yaktı. Kısa kısa çekerek körükledi, dikkatle, usul usul. Pipo tam olarak yanıp ritmini bulduktan sonra, bana döndü. Ve ilk defa ciddiyetini biraz yumuşatarak konuştu:
- Pipoyu ciğerlere çekmeyeceksin. Dumanı boğaza kadar alıp, ağzında dolandırıp bırakacaksın.
Sanki bir karaktere değil, bir role hazırlanıyor gibiydi. Belki de hep öyleydi. İşte yektayla böyle tanışmıştım. Tutkunun vücut bulmuş haliydi. Onun için dünya bir lego gibiydi. Her şeyi alıp bir oraya bir buraya koyup şekil verebilirdin. Ya da o durumun böyle olduğunu sanıyordu. Bu haline saygı duyuyordum. Bu kadar arzu dolu bir insanla karşılaşmamıştım hiç. Hırsa dair bende olmayan ne varsa Yekta'da vardı. Yekta ile kendimi daha iyi anlayacağıma dair bir his uyanmıştı bende. Onunla bu işe girişebilirdim. Çok istediğimden mi bilmiyordum. Telefon numaralarımızı aldık ve ertesi gün buluşmak için sözleştik sonra ben de oyunuma döndüm.
Sabaha kadar kafede takılıp bizim çocuklarla eve döndük. Öğleden sonra, saat iki gibi uyandım. Telefonumda 10-15 cevapsız çağrı, bir o kadar da mesaj vardı. Aramaların çoğu Yekta'dan gelmişti. Henüz o dikkat ve enerjiye sahip değildim. Kalkıp bir çay koydum, günün ilk sigarasını yaktım. Sigarayı bitirdikten sonra telefona döndüm. Aramaların kalanı birkaç sınıf arkadaşıma aitti ama mesajların tamamı Yekta?dan gelmişti. Buluşma heyecanıyla yazdığı mesajlar, saatler ilerledikçe hayal kırıklığına dönüşmüş, en son mesajda bana şöyle diyordu: 'Eğer bu işi ciddiye almayacaksan, hiç başlamayalım.' İçimden 'haydi bakalım oğlum' dedim, 'başına yeni bir iş alıyorsun, görelim nereye gidecek.' Ve Yekta'yı aradım. Neyse ki ses tonunu çabuk toparladı. Sahilde bir kafede buluşmak istedi. Ben, 'alkol alabileceğimiz bir yerde buluşalım' dedim ama alkollü bir ortamın ciddiyetsizlik yaratacağı konusunda ısrarcıydı. Tartışmaya girmedim. Sadece bir termosa şarap doldurup, onun seçtiği kafeye gittim.
Yekta'dan önce kafeye girdim. Sipariş vermek için onun gelmesini bekledim. Tahmin ettiğim gibi fazla gecikmedi; birkaç dakika sonra kafenin kapısında belirdi. Kafasında bir kasket vardı. Keten pantolon giymişti, üzerinde ise desenli, bohem bir gömlek. Sanki biri ona 'tiyatrocu gibi giyin' demiş, o da doğrudan sahneye çıkacak gibi hazırlanmıştı. Siparişlerimizi verdik. Bu kısmı anlatmak dahi istemiyorum. Garsonu işi bıraktıracak noktaya getirdi ama bir şekilde bu faslı atlattık. Kafeden kovulmadan konuya girmek istiyordum ama tiyatro metni dışında, Yekta'nın bitmek bilmeyen kavramsal kargaşalarına maruz kalıyordum.
Oyun dediğin, seyircinin kendi içine bakmaktan utanacağı bir aynaya dönüşmeli. Karakter yok. Karakter dediğin, seyircinin beklentisidir. Ben beklenti yazmam, bekleyiş yaratırım. Kimseye karakter sunmam; karakter, seyircinin kendi içinden sahneye taşınmalı. Ve karşılaştığı şey de onun en çıplak, en filtresiz hâlidir. Zaman zaman da libidosunu çekip önüne koyarsın. İnsan dediğin şey, bazen sadece bundan ibarettir.
- Yani diyorsun ki sahne, seyircinin kendi kendini s*kmesidir? Yanlış mı anladım?'
Yekta bir an duraksadı. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve bir an heyecanla bana döndü:
-İşte bu! Bak, libidonu burada bile çıkarıp masaya koydun. Muhteşemsin. Anlatmaya çalıştığımın anlaşılması... benim için bir mabede girip tanrıdan cevap almak gibi bir şey. Gerçekten. Teşekkür ederim.
Teşekkürlük bir durum yok. Seni anlıyorum Yekta. Peki, tiyatro metnini getirdin mi? Onu da incelemek isterim.
Aaa bak, şimdi beni üzdün. Metin yok. Çünkü bu yolculuğun kendisi bir metin olacak zaten. Bunu anlayacağını ummuştum ama beklentim yüksek sanırım. Neyse, zamanla birbirimize alışacağız.
Yani elimizde olmayan bir metin için mi afiş bastırıyordun?
Ben ne diyorum? Bu yolculuğun kendisi bir metin. Hem de tuğla gibi bir metin.
- Peki metin nerede?
- Yok.
- Olacak mı?
- Evet, güzel arkadaşım. Bu yolculuk bir metne dönüşecek. Kafana takma. Aklımda fikirler var, birkaç not da aldım. Sırt sırta verip taş gibi bir oyun çıkaracağız. Senin de deneyimin var sonuçta. Ben tesadüflere inanmam. Karşıma çıktıysan bir sebebi vardır. Sana güveniyorum. Sen de bize inan. Kendine inan.
O an içimde bir şey kıpırdadı. Bu kadar yüksekten konuşması önce bir irkilme yarattı bende ama ardından, uzun zamandır hissetmediğim bir heyecan titreşti içimde. Yekta'nın gerçekten garip bir çekiciliği vardı. Her duyguyu sonuna kadar yaşayan biriydi; neşesi de, öfkesi de, inancı da hep fazlaydı. Ama bu aşırılık insana bir şekilde bulaşıyordu. 'Neden benim içimde böyle tutkular yok?' sorusuna cevap verememekle kalmayıp, kendimi o tutkunun kenarında sürüklenirken buluyordum. Belki bu adam beni içimdeki anlamsızlıktan çekip çıkaracaktı. Ya da işin sonu koca bir rezillikti. Ama ne olursa olsun, içimde beliren o kıpırtıya kulak vermek istedim. Ve evet, belki bu defa biraz da ona güvenecektim.
(Devam Edecek...)