BAŞARI: BIR YALANSA BIZ BU YALANA NEDEN TAKIM ELBISEYLE GELDIK (1.BÖLÜM)

Yunus Tuna GÜMÜŞSOY
Pazartesi, 4 Ağustos 2025
Ben muhtemelen toplayıcı olurdum; sessiz sakin, mevsimlik meyvelerle mutlu. Belki biraz çakıl taşlarını biriktirirdim. Anksiyetesiz, hedef takvimsiz, sosyal medyasız bir hayat. Elbette o dönemde de rekabet vardı. Kim daha büyük mızrağı yaptı, kim mağaraya en iyi resimleri çizdi. Ama hiçbiri 'başarısız olursan hayatın kararır' seviyesinde değildi. Çünkü o dönem başarısız olursan ölüyordun.
Bu kadar saçmalığın arasında, kendimi ifade edebileceğim bazı şeylerim de vardı elbette. Küçük yaşlarda müzik, yazı, tiyatro girdi hayatıma. Hatta lisede dört sene tiyatro oynadım ama çok parlak bir oyuncu değildim. Repliğimi unuttuğum çok olmuştur. Zaten oyunculuğun üstüne pek gitmedim. Elimde ne varsa, onunla idare ettim. Skeçler yazdım, küçük oyunlar kurdum. Bir süre üniversitede de devam ettirmeye çalıştım ama orası farklıydı. Üniversite ortamı acımasızdır; adamı dakikasında bitirirler. Hele sahnede boş bulunursan bir daha toplayamazsın.
Tiyatroya tutunmaya çalıştığım o yıllar, aynı zamanda üniversiteye girip giremeyeceğimi düşündüğüm, herkesin geleceğe dair umut taşıdığı ama benim içimin anlamsızlıkla dolup taştığı dönemdi. Bir yanım 'Kalk İstanbul'a git, tiyatroya ver kendini' diyordu. Diğer yanım, 'Gitsen ne olacak? O kadar da parlak bir tiyatrocu değilsin. Hem olsan ne olacak? Elli-altmış yıl sonra öleceksin, ne gereği var şimdi bu çabanın?' diye karşılık veriyordu. İşte bu iki sesin ortasında bir yerdeydim; yarı ciddiyetle, yarı kayıtsızlıkla bir yol çizmeye çalışıyordum.
Sonunda üniversiteye girdim. 2004 yılıydı. Benden beklenen okuluma gidip zamanında mezun olmamken, ben kendimden ne beklediğimi bilmiyordum. Bir süre gerçekten sarıldım okula. Derslere girdim, kitaplar okudum, sanki yolumu bulacakmışım gibi. Ama çok sürmeden kendimi bir bilgisayar oyununun pençesinde buldum.
O zamanlar bilgisayarlar her evde yoktu, internet desen zaten sınırlıydı. Her sokakta mutlaka bir internet kafe olurdu. Ben de evimden birkaç sokak ilerideki Karaca İnternet Kafe'ye dadandım. Knight Online'a fena sarmıştım. Okuldan çıkar çıkmaz oraya gider, doğrudan oyuna dalardım. O kadar sık gitmeye başlamıştım ki, zamanla mekânın demirbaşlarından biri oldum. Kafedeki herkesle selamlaşır, bazen aynı partiye girer, ex kasardık. Sonra ev arkadaşlarımı da bulaştırdım. Derken olay çığırından çıktı: Neredeyse ev ahalisi olarak Karaca İnternet Kafe'de yaşamaya başladık. Kafenin sahibi Ozan, kapanış saati geldiğinde kepenkleri bizim üstümüze kapatır evine giderdi, biz de sabaha kadar Knight Online oynardık. Sırf bu yüzden ilk sene hazırlıkta kalmıştım.
Bir gün okul çıkışı yine kafeye geçtim. Bu zaten artık benim için bir ritüeldi. Ders biter, bizim avanelerle birlikte Karaca'ya damlardık. İçeri girdiğimde Ozan masasında oturuyordu ve başında tuhaf bir tip dikilmiş ona talimat veriyordu:
- Yazı karakteri Comic Sans olsun, Ozan.
- Comic Sans mı? Lan Yekta, sen ilan veriyorsun. Düzgün bir fontla yapalım. Ciddiye almazlar bak.
- Hayır, Comic Sans olacak. Benim bir çizgim var. Bunu anlamıyorsun.
- Ya Yekta, s*kecem senin çizgini ha. Geç şuraya, kendin yaz o zaman.
- Hayır, sen yaz. Ben Word'den anlamıyorum. Comic Sans olsun.
- Tamam, Comic Sans yaptım Yektacığım. Başka ne yapayım? Takla? Parende?
*Ozan, abartma istersen. Bakayım bi? tamam olmuş. Yüz adet bas, gelsin.
Bu konuşmalar sırasında ben de yanlarında durup onları izliyordum. İlk kâğıt çıkar çıkmaz Yekta onu aldı, kokusunu içine çekti. Gözleri kapalı, neredeyse sarhoş bir edayla söyledi: Bayılıyorum bu toner kokusuna.
'TİYATRO ÇALIŞMALARI İÇİN GÖNÜLLÜ OYUNCULAR ARANIYOR'
Bir adım yaklaştım.
- Tiyatro mu yapıyorsunuz siz?
Yekta gözlerini bana dikti. Bakışında hafif bir sınav vardı.
- Yapmaya çalışıyoruz, dedi. Absürt ama epik ögeler de var.
Ozan hemen araya girdi, kafasını bana çevirerek:
- Bu adam da yazıyor çiziyor. Liseden beri tiyatro yapar.
Yekta hâlâ beni süzüyordu. Sanki 'başrol mü olur bundan' diye içinden geçiriyor gibiydi.
Ben ise fazla detay vermeden sadece başımı salladım:
- Dört sene oynadım. Yazdım da biraz.
Yekta bir süre duraksadı. Çantasından kasketini çıkardı, başına geçirdi. Ardından yine çantasından küçük bir kutu çıkardı. O sırada ne yapacak diye, Ozan'la birlikte gözümüz Yekta'daydı. Ama o, biz yokmuşuz gibi davranıyordu. Kutuyu Ozan'ın masasının üstüne koydu, kapağını açtı. İçinden bir pipo çıkardı. Özel bir çakmakla pipoyu yaktı. Kısa kısa çekerek körükledi, dikkatle, usul usul. Pipo tam olarak yanıp ritmini bulduktan sonra, bana döndü. Ve ilk defa ciddiyetini biraz yumuşatarak konuştu:
- Pipoyu ciğerlere çekmeyeceksin. Dumanı boğaza kadar alıp, ağzında dolandırıp bırakacaksın.
Sanki bir karaktere değil, bir role hazırlanıyor gibiydi. Belki de hep öyleydi. İşte yektayla böyle tanışmıştım. Tutkunun vücut bulmuş haliydi. Onun için dünya bir lego gibiydi. Her şeyi alıp bir oraya bir buraya koyup şekil verebilirdin. Ya da o durumun böyle olduğunu sanıyordu. Bu haline saygı duyuyordum. Bu kadar arzu dolu bir insanla karşılaşmamıştım hiç. Hırsa dair bende olmayan ne varsa Yekta'da vardı. Yekta ile kendimi daha iyi anlayacağıma dair bir his uyanmıştı bende. Onunla bu işe girişebilirdim. Çok istediğimden mi bilmiyordum. Telefon numaralarımızı aldık ve ertesi gün buluşmak için sözleştik sonra ben de oyunuma döndüm.
Sabaha kadar kafede takılıp bizim çocuklarla eve döndük. Öğleden sonra, saat iki gibi uyandım. Telefonumda 10-15 cevapsız çağrı, bir o kadar da mesaj vardı. Aramaların çoğu Yekta'dan gelmişti. Henüz o dikkat ve enerjiye sahip değildim. Kalkıp bir çay koydum, günün ilk sigarasını yaktım. Sigarayı bitirdikten sonra telefona döndüm. Aramaların kalanı birkaç sınıf arkadaşıma aitti ama mesajların tamamı Yekta?dan gelmişti. Buluşma heyecanıyla yazdığı mesajlar, saatler ilerledikçe hayal kırıklığına dönüşmüş, en son mesajda bana şöyle diyordu: 'Eğer bu işi ciddiye almayacaksan, hiç başlamayalım.' İçimden 'haydi bakalım oğlum' dedim, 'başına yeni bir iş alıyorsun, görelim nereye gidecek.' Ve Yekta'yı aradım. Neyse ki ses tonunu çabuk toparladı. Sahilde bir kafede buluşmak istedi. Ben, 'alkol alabileceğimiz bir yerde buluşalım' dedim ama alkollü bir ortamın ciddiyetsizlik yaratacağı konusunda ısrarcıydı. Tartışmaya girmedim. Sadece bir termosa şarap doldurup, onun seçtiği kafeye gittim.
Yekta'dan önce kafeye girdim. Sipariş vermek için onun gelmesini bekledim. Tahmin ettiğim gibi fazla gecikmedi; birkaç dakika sonra kafenin kapısında belirdi. Kafasında bir kasket vardı. Keten pantolon giymişti, üzerinde ise desenli, bohem bir gömlek. Sanki biri ona 'tiyatrocu gibi giyin' demiş, o da doğrudan sahneye çıkacak gibi hazırlanmıştı. Siparişlerimizi verdik. Bu kısmı anlatmak dahi istemiyorum. Garsonu işi bıraktıracak noktaya getirdi ama bir şekilde bu faslı atlattık. Kafeden kovulmadan konuya girmek istiyordum ama tiyatro metni dışında, Yekta'nın bitmek bilmeyen kavramsal kargaşalarına maruz kalıyordum.
Oyun dediğin, seyircinin kendi içine bakmaktan utanacağı bir aynaya dönüşmeli. Karakter yok. Karakter dediğin, seyircinin beklentisidir. Ben beklenti yazmam, bekleyiş yaratırım. Kimseye karakter sunmam; karakter, seyircinin kendi içinden sahneye taşınmalı. Ve karşılaştığı şey de onun en çıplak, en filtresiz hâlidir. Zaman zaman da libidosunu çekip önüne koyarsın. İnsan dediğin şey, bazen sadece bundan ibarettir.
- Yani diyorsun ki sahne, seyircinin kendi kendini s*kmesidir? Yanlış mı anladım?'
Yekta bir an duraksadı. Gözleri fal taşı gibi açıldı ve bir an heyecanla bana döndü:
-İşte bu! Bak, libidonu burada bile çıkarıp masaya koydun. Muhteşemsin. Anlatmaya çalıştığımın anlaşılması... benim için bir mabede girip tanrıdan cevap almak gibi bir şey. Gerçekten. Teşekkür ederim.
Teşekkürlük bir durum yok. Seni anlıyorum Yekta. Peki, tiyatro metnini getirdin mi? Onu da incelemek isterim.
Aaa bak, şimdi beni üzdün. Metin yok. Çünkü bu yolculuğun kendisi bir metin olacak zaten. Bunu anlayacağını ummuştum ama beklentim yüksek sanırım. Neyse, zamanla birbirimize alışacağız.
Yani elimizde olmayan bir metin için mi afiş bastırıyordun?
Ben ne diyorum? Bu yolculuğun kendisi bir metin. Hem de tuğla gibi bir metin.
- Peki metin nerede?
- Yok.
- Olacak mı?
- Evet, güzel arkadaşım. Bu yolculuk bir metne dönüşecek. Kafana takma. Aklımda fikirler var, birkaç not da aldım. Sırt sırta verip taş gibi bir oyun çıkaracağız. Senin de deneyimin var sonuçta. Ben tesadüflere inanmam. Karşıma çıktıysan bir sebebi vardır. Sana güveniyorum. Sen de bize inan. Kendine inan.
O an içimde bir şey kıpırdadı. Bu kadar yüksekten konuşması önce bir irkilme yarattı bende ama ardından, uzun zamandır hissetmediğim bir heyecan titreşti içimde. Yekta'nın gerçekten garip bir çekiciliği vardı. Her duyguyu sonuna kadar yaşayan biriydi; neşesi de, öfkesi de, inancı da hep fazlaydı. Ama bu aşırılık insana bir şekilde bulaşıyordu. 'Neden benim içimde böyle tutkular yok?' sorusuna cevap verememekle kalmayıp, kendimi o tutkunun kenarında sürüklenirken buluyordum. Belki bu adam beni içimdeki anlamsızlıktan çekip çıkaracaktı. Ya da işin sonu koca bir rezillikti. Ama ne olursa olsun, içimde beliren o kıpırtıya kulak vermek istedim. Ve evet, belki bu defa biraz da ona güvenecektim.
Yazarın Diğer Yazıları
-
11.08.2025
-
05.07.2023
-
09.03.2023
-
10.08.2022
-
08.05.2022
-
23.02.2022
-
16.11.2021
-
30.10.2021